29 Aralık 2011 Perşembe

Best of 2011 (part two)



Beşir Atalay: Türkiye, Amerika’dan daha fazla basın özgürlüğü olan ülkedir.
*
ABD Ankara Büyükelçisi:
Türkiye patlıcan ülkesi.
*
Kılıçdaroğlu: Yemin etmeyeceğiz.
*
Kılıçdaroğlu: Sözlerinin arkasında duramayana Oynak Recep derler.
*
Bülent Arınç: Siyasete Manisa’da başladım, Manisa’da bitireceğim, Bursa’dan aday olacağım söylentileri var, tekrar ediyorum, Manisa’dan seçileceğim.
*
Bahçeli: Püskevit.
*
MİT’çi: Gözünüzü seveyim.
Terörist: Sağ olun.
*
İçişleri Bakanı: O katırın hesabını nasıl verecekler? Katırın hakkını koruyacağız.
*
İçişleri Bakanı: “Ceset parçaları” kayıp askere ait değil.
*
İçişleri Bakanı: Büşra Hanım binlerce profesörden biridir, bütün profesörler tutuklanmış olsa merak edip sorabiliriz.
*
İçişleri Bakanı: Yangın ya ateşle çıkar, ya bombayla çıkar, ya roketle çıkar, ya benzinle çıkar, netice itibariyle yanmıştır, sebebini araştırmak bi şey ifade etmiyor.
*
Beşir Atalay: Polis gaz sıkıyor, vurmuyor, ekran görüntüsü vermek için kendini yere atan öğrenciler oluyor.
*
Burhan Kuzu: Kafama atılan yumurtadan sonra saçım çıktı, gerçi zaten evde kafama yumurta sürüyordum.
*
Hüseyin Çelik: Sınavda şifre var diye kıyameti kopardılar, bankamatik kartlarında da şifre var, o kart şifresi olmadan alışveriş yapabilir misin?
*
Cumhurbaşkanı: Ben tatmin oldum.
*
Milli Eğitim Bakanı:
Öğretmenler başka iş bulsun.
*
Kadir Topbaş:
İstanbul’da artık trafik kilitlenmiyor.
*
Melih Gökçek: Asfaltı yala.
*
Sağlık Bakanı: Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz, daha ne istiyorsun?
*
Çevre Bakanı: Allianoi yoktur, zaten Roma’dan kalmış, birkaç yüzyıl daha toprak altında kalmasında mahsur yok.
*
Enerji Bakanı: Bekârlık insan ömrünü 2.3 yıl kısaltıyor, nükleer santralların ömür kaybı ise, sadece 0.03 gün.
*
İstanbul mebusu Hakan Şükür:
Ben bilmem, büyüklerim bilir.
*
Kültür Bakanı:
Başbakan heykele ucube demedi.
*
Cumhurbaşkanımız’dan Obama’ya:
Biz sizden Boeing alalım.
Siz bizi astronot yapın.
*
Libya’nın patlamasına 48 saat kala, Türkiye’nin Trablus Büyükelçisi’nin resmi açıklaması: “Asayiş bakımından sıkıntı yok, vatandaşlarımız müsterih olun.”
*
Ali Babacan: Libyalılar paranın hepsini birden istedi ama, ben uçak düşer müşer diye vermedim, 100 milyon dolar nakit 1100 kilo tutuyor, önce 100 kilo gönderdik, gerisini elden verdik.
*
KKTC ahalisi bize hitaben pankart açtı:
Hastirin!
*
Ajda Pekkan’dan Egemen Bağış’a:
Sizin için canımızı vermeye hazırız.
*
Nihat Doğan:
Türkiye’de yüzde 15-20 ahmak var.
*
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Profesörü: Dekolte giyen kadın tecavüzü göze almalı.
*
Süleyman Demirel: Oturduğum yerde otururken tecavüze maruz kaldım.
*
Bülent Arınç:
Hayat seksten ibaret değil.
*
Hurşit Güneş: İlginç bir şey yapıcaz, birbirimize takıcaz, ben Haydar Bey’e takıcam, Haydar Bey Mehmet Bey’e takıcak, Mehmet Bey de bana takıcak.
*
AKP’li belediyelere evlilik semineri veren Sibel Üresin: Parası olan erkek, cilveli kadına koşuyor, haklı arayıştır, kadın itaat etmeli, imam nikâhlı çokeşlilik kadınlar için kurtuluştur, yasal olsun.
*
Futbolcudan imama:
Şike parasını cebe indirmem caiz mi?
*
İmamdan futbolcuya:
Sevaptır oğlum, indir.
*
Zafer Çağlayan, Kızılderili heyetini karşıladı: Biz sizi Tom Miks’ten tanıyoruz, hani nişanlısı var Suzi. Yu nov Tom Miks?
*
Zafer Çağlayan, Samsung’un Hyundai’nin siyo’larına hem kartvizitini verdi, hem tavsiye verdi: Küreselleşin... Takıldığınız bi konu olursa, beni arayın.
*
TBMM Başkanı: Milletvekili 100 düğüne gider, küçük altın 180 lira,  vatandaş koskoca vekilin getirdiğine bak der, ortasını götürsen 400 lira.
*
CHP mebusu Ahmet Topbaş: İnanır mısınız, bir haftadır et yiyemedim.
*
Tarım Bakanı:
Vatandaşın refahı arttı, bol bol et yiyor, vatandaş bol bol et yiyince, fiyatı artıyor.
*
Sağlık Bakanı, bu aldığım maaşla nasıl sağlıklı besleneyim diye akıl danışan emekli şeker hastasına akıl verdi: Az ye.
*
Sağlık Bakanı:
Obez demeyelim, şişko diyelim.
*
Maliye Bakanı: Zam değil, güncelleme.
*
Bülent Arınç’tan Mehmet Ali Birand’a: Zamlar 74 milyonu ilgilendiren bir konu değil, belki sizin gibi birkaç kişiyi kapsıyor.
*
Kılıçdaroğlu: Köstebek Beşir Atalay’dır.
*
Hilmi Özkök: İlkokuldan beri arkadaşlarım bana Köstebek Hilmi derdi.
*
Cumhurbaşkanı: Steve’in ölümüne çok üzüldüm, Silikon Vadisi gençlerin rüyası olduysa, Steve’in rolü çok büyüktür, bunlardan biri de büyük oğlum Ahmet’tir.
*
Bülent Arınç: TÜSİAD Başkanı’nın da çocukları var, sayın Boyner ya da öyle düşünenler iktidara gelirse, internette porno sitelerini serbest bırakabilirler.
*
Cumhuriyet iptal... Padişah anıldı.
*
Kılıçdaroğlu: Anarsan ana...
*
CHP mebusu Hüseyin Aygün:
Dersim katliamının sorumlusu CHP’dir.
Atatürk de haberdardı.
*
Atatürk Tarih Kurumu üyeliğine atanan Mümtazer Türköne: Apo paşa olsun.
*
Şehircilik Bakanı: Fay kırılmıştır, enerji boşalmıştır, büyük deprem olan yerde bir daha deprem olmaz, dünyada örneği görülmemiştir, binalara girilebilir.
*
Beşir Atalay:
Potansiyelimizi görmek için yabancı ülkelerin yardım talebini reddettik.
*
İçişleri Bakanı’ndan çadırda oturan depremzedelere: Sarayda oturuyorsunuz.
*
Bekir Bozdağ:
Din eğitimi almadığı halde din bilgisi olan molla’ları devlette işe alacağız.
*
AKP mebusu İhsan Şener: Yunanlıların Türklerle savaşı yok, şehitlikler temsili.
*
Milli Savunma Bakanı: Milletvekili oğlu da bedelliden faydalanır. Milletvekillerine sorduk mu, evladınız kaç yaşında diye... Sorsaydık, ayıp olurdu, bu ayıp soru parlamentonun değerini düşürürdü.
*
Ulaştırma Bakanı:
İstesek üç ayda yerli uçak yaparız ama, uçak işinde tekel var, bizi uçurmazlar.
*
Ali Babacan: Bizim hükümeti alın, herhangi bir Avrupa ülkesine koyun, inanın üç ayda bütün sorunları çözülür.
*
Avrupa Bakanı: Geçen gün kamyon sürdüm, Leonardo da vinci.
*
Keşan Müftüsü: Noel Baba dürüst olsa, kapıdan girerdi, niye bacadan giriyor ki?

yılmaz özdil

28 Aralık 2011 Çarşamba

Best of 2011 (part one)


“Ucube.” 

*
Seyrantepe’de Galatasaray’ın bir Allah kuruşu yoktur.”
*
“Ben Müslümanım ama laik değilim, fakat laik ülkenin başbakanıyım, Mısır’a laik anayasa tavsiye ediyorum, laiklikten sakın korkmayın, umarım Mısır laik olacaktır.”
*
“Umutlarınızı asla yitirmeyin, umutlarını asla yitirme Somali...”
*
“Kılıçdaroğlu diye bir şey yoktur, sanaldır, cibiliyetsiz, yüz karası, dik duramayan, çapsız, sığ, geri vitese takan, karikatür muhalefeti, sen ne diyorsun be, amatör şeyhülislam, kıvırıyor...”
*
“Ben bir şeye çok hayret ediyorum, bazı bayanlar ekranlarda kadın erkek eşitliği diyor, eşit haklara falan eyvallah ama, diğeri yaradılışa ters.”
*
“NATO’nun ne işi var Libya’da? Böyle saçmalık olur mu yahu... Bakın biz Türkiye olarak buna kesinlikle karşıyız, konuşulamaz, düşünülemez.”
*
“Bunlar kaz güdemez, bırak davarı, koyun bile güdemez, bunlar keçi güdemez.”
*
“Nükleer santral için riskli diyorlar, o zaman evinize Aygaz tüpü de koymayın, kozmetik dünyada böyle sıkıntılar var.”
*
“Yumurta alacak kadar paranız varsa, omlet yapıp yiyin, orda kalkıyorsun yumurta atıyorsun, bu nasıl özgürlük? Kusura bakmayın, Arapların atasözü vardır, men dakka dukka, olay bu.”
*
Çılgın proce...
*
“Marmaray’ın mimari çizgilerini merhum Abdülmecit dedemiz çizmiş, arşivlerden çıkardık.”
*
“Yok arkeolojik şey, yok çanak çömlek çıktı diyerek, bizi oyalıyorlar.”
*
Ankara uzay başkenti olacak.”
*
“Birileri bozkurtlarıyla dolaşıyor, ben yaradılmışların en şereflisi eşref-i mahlukla dolaşıyorum.”
*
“Şifre meselesinde ÖSYM’yi dinledim, ben tatmin oldum.”
*
“Malatya büyükşehir olmak istiyor. Ancak, nüfusun 750 bin olması lazım. Burada ufak bi açığımız var. 10 bin eksik... Ne yapacaksınız? Hazır mıyız? Bayanların ellerini görüyorum, bazıları üç diyor, bazıları dört diyor. Üç olsa yeter zaten. Ses az geliyor beyler... En geç iki yıl içinde bu 10 bin açığı tamamlamalısınız, ona göre.”
*
“Ahhh benim milletim ahh... İkinci milli şef Demirel gelmiş 87 yaşına, hala ortalığı karıştırıyor, çete kardeşliği yapıyor, ahhh ahhh ne dolaplar dönüyor.”
*
“Et tekrar-u ahsen
velev kane yüzseksen.”
*
“Feysbuk falan, yahu bunlar çirkin, berbat, herkes adına her türlü ahlaksızlık yapılabilir.”
*
“Almanya’da Hans fırsat yakalayacak, Helga fırsat yakalayacak da, benim Ahmetim Mehmetim Ayşem niye yakalamasın, vizyonumuz bu.”
*
“Zonguldak Karaelmas Üniversitesi’ni kim kurdu? 2007’de biz kurduk. Zonguldak’ta üniversite var mıydı? Yoktu. Kuracağız dedik. Kurduk.”
*
“Hayaldi gerçek oldu.”
*
“Tuvalet bir milyon liraydı be, sayemizde bir liraya gidiyorsun.”
*
“Taksim’de bin kişiyi, iki bin kişiyi yürütmek problem değil. biz de kalkarız onların karşısına 5 bin, 10 bin tane genci koyarız.”
*
“Aynı dağın yeliyiz biz.”
*
“Bizim bölücülerle masaya oturduğumuzu söyleyenler, bu alçakça iftirada bulunanlar, şerefsizdir, müfteridir.”
*
“Amerika’da Hollywood, Hindistan’da Bollywood, Mardin’de Mardinwood olacak.”
*
“Hopa’da bir tanesi de kalp krizi geçirmiş, ölmüş, üzerinde durma gereği duymuyorum.”
*
“Bakıyorum televizyonda, polis panzerine tırmanan bir tane kız mıdır kadın mıdır, bilemem.”
*
“Camiye hakaret ettiler. Allah-u Teala’ya dil uzattılar. İtikadımıza ters konuşuyor. Kendisi Alevi’dir. Haydi ellerinizi göreyim... Maşallah maşallah. İnşallah daha iyi olacak. Elhamdülillah.”
*
Seçim... Yüzde 47.
*
“Kalfalık dönemi bitti.
Ustalık dönemi başlıyor.”
*
“Ne dediler, arkadaşlarımız yemin etmedikçe biz dört yıl da olsa yemin etmeyeceğiz dediler, bu sözü unutmayın, göreceksiniz, tükürdüklerini yalayacaklar.”
*
“Maç başladıktan sonra kural değiştirilmez, gol nasıl olur, penaltı nasıl olur, hepsi önceden belli, dürüst olun, tarafsız olun, yüz yüze bakacağız, birbirimize ayak oyunu, çalım atmayalım.”
*
“Donanmamızı oraya gönderiyoruz, İsrail eskisi gibi Akdeniz’de at oynatamayacak, gerekirse savaşırız.”
*
“Kusura bakma, ben bu tertemiz alnımı, ak alnımı, senin o lekeli dudaklarına sürdürmem, senin ağzın ve dudakların lanetli, senin o kirli öpücüklerine ihtiyacımız yok, başkasına sakla.”
*
“Elbette medyamıza müdahale arzusu içinde değiliz ama, medyamız milli duruş sergilesin.”
*
“Bence bu dönem lüks eve girme, sen en iyisi oturduğun yerde oturmaya devam et.”
*
“Zam diyorlar... Kardeşim, sigara içmezsin, olur biter, alkolü daha az tüketirsin, olur biter, kalkıp da Porşe kullanacağına, Vosvagen’e bin, Fiat’a bin.”
*
“Dersimli Seyid Rıza’nın hikayesi yürek burkucudur.”
*
“Parası olan askerlikten kurtulacak, parası olmayan askere gidecek, benim vatandaşım bu işe sıcak bakmıyor, ben şahsen böyle bir sorumluluğun altına girmem, referandum yaparım.”
*
“Bedelli askerlik benim için önemli ve acil bir konu.”
*
“Bıçak kemiğe dayandı. Bedelini mutlaka ödeyecekler. Allah yar ve yardımcımız olsun.”
*
“Bedeli 30 bin lira.”
*
Ve elbette, yılların klasiği...
“Durmak yok, yola devam.


yılmaz özdil

29 Kasım 2011 Salı

TAYYİP ERDOĞAN’IN “BİRADERLER ÖRGÜTÜ”




Türkiye’deki partinin adını biliyorsunuz:
Adalet ve Kalkınma Partisi.
Mısır’daki Müslüman Kardeşlerin partisinin adını biliyorsunuz:
Hürriyet ve Adalet Partisi.
Fas’ta seçimi kazanan İslamcı partinin adını biliyorsunuz:
Adalet ve Kalkınma Partisi.
Tunus’ta seçimi kazanan İslamcı partinin adını biliyorsunuz:
Ennahda Partisi
Bakalım Libya’daki partinin adı ne olacak? Partilerin amblemleri bile benzer; kiminde elektirik lambası kiminde gaz lambası!
Tesadüf mü:
Hiç olur mu?
Üstelik ortak noktaları o kadar çok ki:
Hepsi Vahabi İslam’cı... Sufilikle savaş içindedirler.
Devlet ve siyasetin islamlaştırılmasından yanalar. “Demokrasi”yi aldatma amacıyla dillerinden düşürmüyorlar. Zaten demokrasiden anladıkları sadece sandık!
Neoliberal-kapitalist küreselleşmeden yanalar. Devletçiliğe, ulusalcılığa karşılar. Dışa bağımlı, serbest piyasası ve özelleştirmeden yanalar. Toplumsal örgütlenmelere, ifade özgürlüklerine karşıdırlar.
ABD ile stratejik ortaklık taraftarısdır hepsi.
Yani...
Hepsi, Büyük Ortadoğu Projesi’nin “Ilımlı İslam” taraftarı partileri.
Türkiye, Tunus, Fas tamam. Şimdi sıra Mısır’da...
Bu nedenle son 10 gündür Tahrir Meydanı’ndaki gençlere, solculara, demokratlara Müslüman Kardeşler destek vermiyor. Biliyorlar ki halkın desteğiyle bir hafta sonraki seçimlerde hükümet olacaklar. Yani “Ilımlı İslam”ın sözümüz ona “demokrat-özgürlükçü” bir partisi daha iktidar olacak!
Bu nedenl: Nasıl Müslüman Kardeşler Tahrir Meydanı’na destek vermiyorsa küresel iletişim devleri de eylemleri görmek istemiyor. Proje’nin bozulmasını istemiyorlar.
Sonra Libya’da “özgür” seçimler yapılacak.
Sonra sıra Suriye’ye gelecek...
Sonra sıra İran’a gelecek...
Sonra ABD dünyanın en büyük enerji patronu olacak... Dermişiz... Gelecek her daim şaşırtıcıdır...
NOT: Bu arada kimi gazeteler Fas’taki seçimi kazanan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendisine Türkiye’deki AKP’yi örnek aldığını yazdılar. Pes doğrusu, Fas AKP’si 1997’de kuruldu. Türkiye AKP’si ise o yıllarda sadece okyanus ötesinin kafasındaydı! Daha kurulmamıştı yani...
Odatv.com

21 Kasım 2011 Pazartesi

Dinimizden, mezhebimizden olmayan kişilerin kitaplarını niye okuturlar ki?


MEB Urgan'ı 'sakıncalı' buldu!

"Dinimizden, mezhebimizden olmayan kişilerin kitaplarını niye okuturlar ki?"

Edebiyat profesörü ve dünya edebiyatının başyapıtlarını Türkçe'ye kazandıran Mina Urgan'ın anı kitabı, MEB tarafından lise öğrencileri için sakıncalı bulundu. MEB görevlisi "Dinimizden, mezhebimizden olmayan kişilerin kitaplarını niye okuturlar ki?" diye sordu. İdarenin soruşturma konusu yapmak üzere başlattığı incelemenin gerekçesi ise kitabın küfür içermesi, Allah inancı hakkında kuşku yaratması ve içkiye özendirmesi!


BirGün gazetesinden Ünal Özmen'in haberi şöyle:

Edebiyat profesörü ve dünya edebiyatının başyapıtlarını Türkçe'ye kazandıran Mina Urgan’ın Bir Dinozorun Anıları adlı kitabı lise öğrencileri için sakıncalı bulundu. Ankara Yenimahalle İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, kitabı “Kişisel Hayatı Konu Alan Metin Türleri” konusuna örnek olarak 9'uncu sınıf öğrencilerine öneren Batıkent semtindeki Mobil Anadolu Lisesi edebiyat öğretmeni Suna Kayabaştar hakkında inceleme başlattı. İdarenin soruşturma konusu yapmak üzere başlattığı incelemenin gerekçesi ise kitabın küfür içermesi, Allah inancı hakkında kuşku yaratması ve içkiye özendirmesi.

İnceleme yapmakla görevlendirilen Batıkent Endüstri ve Meslek Lisesi Müdürü Adem Öksüz 15 öğrencinin ifadesine başvurdu. Ancak suçlama konusunu tarafsız olarak incelemesi gereken muhakkikin, ifadesine başvurduğu öğrencileri yönlendirip kendi yazdığı ifade metnini imzalatması, sonucu belli soruşturmanın kasta dayandığı izlenimi veriyor. İfadesine başvurulan öğrencilerden edinilen bilgiye göre muhakkik, kendi yargısını içeren öğretmeni suçlayıcı ifade metnini öğrencilere imzalamaya zorladı.

'Dinimizden olmayanları okumayın'

Mobilye (kendi ifadesiyle) ve İç Mekan Tasarımı öğretmeni olan muhakkik, öğrencilerden, kendilerine önerilen başka kitapların adını da öğrenmek istedi. Bir öğrencinin Anton Çehov’un bir kitabının da önerildiğini belirtmesi üzerime muhakkik “Şu tişörtlerde resmi bulunan teröristin kitabı mı?” diyerek tepki gösterdi. Öğrencinin Çehov ile Che Guevara’nın farklı kişiler olduğunu belirtmesi üzerine okul müdürlüğü de yapan muhakkik “Bunlar dinimizden değil, mezhebimizden değil niye kitaplarını size okutuyorlar ki!” diyerek tepki gösterdi.

Eğitim-Sen: Takipçisi olacağız
Konuyla ilgili olarak bilgisine başvurduğumuz Eğitim Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız, soruşturma konusunun İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne gönderilen bir e-postaya dayandığını, “Konusu küfür, Allaha inanmama, içkiye özendirme olan bir kitabı 28 öğrenciye zorla aldırma” olduğunu belirtti. Yıldız, öğretmenin ders konusuna uygun olarak Türk edebiyatının seçkin örneklerini öğrencilere önermiş olduğunu, Bir Dinozorun Anıları kitabını da öğretmenin programın “hatıra, gezi, biyografi, mektup, günlük” türünün önemli yapıtlarından biri olduğu için önerdiğini belirterek “İdarenin tutumuna anlam veremedim” açıklamasında bulundu.

Veliler Cumhuriyet Savcılığa şikayet edecek

Öğrenci velileri, çocuklarına baskı uygulayarak yalan beyanda bulunmaya zorladığı gerekçesiyle muhakkik hakkında cuma günü Ankara Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulundular. Diğer velilerin ise dilekçelerini hazırladığı ve pazartesi günü savcılığa gidecekleri öğrenildi.

Dersin amacına en uygun kitap

Bir Dinozorun Anıları, Türk Edebiyatı dersinin “Kişisel Hayatı Konu Alan Metin Türleri” konusuna en uygun kitaplardan biri: Yayımlandığı 1998 yılında en çok okunan kitaplar arasına giren Bir Dinozorun Anıları’nı okuyanlar sadece Mina Urgan’ın öz yaşamı hakkında değil, tanınmış birçok yazarın biyografisi hakkında da bilgi sahibi oluyor. Halide Edip Adıvar, Abidin Dino, Necip Fazıl, Sait Faik Abasıyanık, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Orhan Veli bunlardan sadece birkaçı… Bu bakımdan kitap, edebiyat derslerinin anı, öz yaşam ve öyküleyici anlatım konuları için en uygun kitaplardan biri olma özelliği taşıyor.

Ortaöğretimde anı türü zorunlu

Ortaöğretim 9, 10, 11 ve 12. sınıflarda okutulan Türk Edebiyatı Dersi Öğretim Programının tümünde Öğretici Metinler başlıklı ünitelerde “Kişisel Hayatı Konu Alan Metin Türleri”ne (Hatıra, Gezi, Biyografi, Mektup, Günlük) yer verilmesi zorunlu.

Aynı şekilde ortaöğretim 9, 10, 11 ve 12. sınıflarda okutulan Dil ve Anlatım dersi öğretim programının anlatım türleri başlıklı 3. ünitesinin Öyküleyici Anlatım konusunun Öyküleyici anlatımda bulunan ögeleri belirler davranışı için önerilen etkinliklerden biri şöyle: Öğrenciler, tarihî bir olayı anlatan metni, tanınmış bir kişinin hatırasını, kısa bir öyküyü, bir masalı veya bir romanın özetini okur.

Öğretmenler, Dil ve Anlatım dersi programının “öğretmen, amaçları gerçekleştirmek üzere öğrencileri kazanımlar doğrultusunda metinlere yönlendirmelidir” talimatı uyarınca öğrencilerini edebî metinlere yönlendirip metinlerin “zihniyet, yapı, tema, dil ve anlatım bakımlarından incelemelerini ve yorumlamalarını” isteyebiliyor.


Mina Urgan (1915 - 2000) kimdir?

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi bölümünü bitirdi. İ.Ü. İngiliz filolojisi bölümünde doktorasını yapan Urgan, doçentlik unvanını "Elizabeth Devri Tiyatrosunda Soytarılar" isimli çalışmasıyla aldı (1949). 1960’da profesör olan Mina Urgan öğretim üyesi olarak görev yaptığı İstanbul Üniversitesinden 1977'de emekli oldu.

Mina Urgan, öğretim üyesi olmasının ötesinde aynı zamanda bir edebiyat kuramcısıydı: İngiliz Edebiyatı Tarihi, Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More adlı çalışmasına ek olarak Shakespeare ve Virginia Woolf üzerine incelemeler yaptı. Batı edebiyatının Thomas Malory, Henry Fielding, Balzac, Aldous Huxley, Graham Greene, William Golding, John Galsworthy ve Shakespeare gibi önemli yazarlarının yapıtlarını Türkçeye çevirdi.

Entelektüel kapasitesi Mina Urgan’ı, Cumhuriyet döneminin önemli edebiyat, sanat ve siyaset insanlarının dostluk kurduğu bir kişilik yaptı. Yaşadığı dönemin kısa bir tarihi olarak görülen Bir Dinozorun Anıları kitabı Urgan’ın dost çevresiyle zenginleşen anılarından oluşuyor. Yazarın Bir Dinozorun Gezileri adlı kitabı da çok okunan kitaplar arasındaki yerini almıştı.


kaynak:http://www.gercekgundem.com/?p=417943

20 Kasım 2011 Pazar

11 Eylül’ün kahramanı neden Müslüman oldu?



11 Eylül’ün kahramanı neden Müslüman oldu?
11 Eylül’ün kahramanı William Rodrigez, olaydan 6 yıl sonra Müslüman olduğunu belirterek, ’11 Eylül saldırıları Amerika’nın Irak’a girmesini haklı göstermek için yapıldı. Saldırının Müslümanlara atılmaya çalışılmasına dayanamıyorum. Daha uçaklar binalara çarpmadan içerde patlamalar oldu’ dedi.
Dünya, William Rodrigez adını ilk kez Amerika'daki Dünya Ticaret Merkezinin 11 Eylül 2001'de yıkılmasında duydu. İkiz kulelerde temizlik elemanı olarak çalışan Rodrigez, hayatını hiçe sayarak, çok sayıda insanı kurtardı. Gösterdiği cesaret nedeniyle ulusal kahraman ilan edilen Rodrigez, bir anda Amerika'nın en ünlü ismi oldu. Sinema ve siyaset dünyasından aldığı teklifleri, “hayatını kaybeden insanların üzerinden para kazanmayı kendime yakıştıramıyorum” diyerek, reddetti.
Saldırının bir komplo olduğunu iddia etmesinin yarattığı şaşkınlık atılamamışken Rodrigez'in, Müslüman olduğunu açıklaması onu bir kez daha ülkesinin ve dünyanın gündemine taşıdı.
Amerika'da 'Hero-kahraman” ilan edilen William Rodrigez, eşi Elizabeth ile birlikte ilk kez geldiği Türkiye'de,  11 Eylül'de yaşadıklarını ve hayatının nasıl değiştiğini anlattı.
Rodrigez, Porto Riko'da doğduğunu, iyi bir sihirbaz olmak için 20'li yaşlarda Amerika'ya gittiğini söyledi.
Umduğu gibi sihirbaz olamayınca, kendini Dünya Ticaret Merkezinde temizlik elamanı olarak bulduğunu kaydeden Rodrigez, 11 Eylül 2001 sabahı yaşadıklarını şöyle anlattı:
“Güneşli bir gündü. Havayı bu kadar güzel görünce içimden işe gitmek gelmedi. Şefimi arayıp hasta olduğumu, işe gelemeyeceğimi söyledim. Çok kızdı ve izin vermedi. İstemeyerek saat 08.30 da işe gittim. Saat 08.46 gibi zemin 2. kattan bir patlama sesi geldi. Ben ve 14 arkadaşım bu sırada zemin 1. kattaydık. Jeneratör patladı sandık, herkes panik oldu etrafa koşuşturmaya başladı. Aradan 7 dakika geçtikten sonra yukarıda bir patlama daha oldu. Bu patlamanın aslında binanın tepesine çarpan uçaktan kaynakladığını o sırada hiçbirimiz anlayamadık. Yani uçağın çarpmasından önce zemin katta bir patlama meydana geldi.
Biz kuzey kuledeydik, Güneye geçmek isterken bir patlama daha oldu. Bu çok daha kuvvetliydi. Duvarlar yıkılmaya başladı. O panik haliyle içeri mi girsek, dışarı mı çıksak bilemedik. Alttan patlamalar devam ediyordu, deprem zannettik. Herkes lobiye çıkmak istiyordu. Ama bir arkadaşımız yüzü gözü kan içinde 'bomba' diye bağırarak, lobiden yanımıza gelince oraya gitmekten de vazgeçtik. Bütün binayı çok iyi bildiğim için etrafımda toplanan 14 kişiyi binadan çıkarmayı başardım. Bu sırada dışarda ambulansları gördüm yaralıları ambulansa kadar taşıdım. Dışarı çıkınca binaya uçak çarptığını söylediler. O zamana kadar ne olduğunu bilmiyorduk.”
“CAMLARDAN ATLAYAN İNSANLARIN PARÇALANMIŞ CESETLERİNİ GÖRDÜM”
Rodrigez, dışarının toz duman içinde olduğunu görünce şaşkınlığının daha da arttığını vurgulayarak, “İlk başta çöp olduklarını düşündüğüm, camlardan atlayan insanların parçalanmış cesetleriymiş gördüklerim. İnsanlar paramparça olmuşlardı. En üst kat olan 106. katta restoran vardı. Orada kahvaltı yapan insanlar aşağıya atlıyordu. Eğer ben de işe geç gelmeseydim onlar gibi kahvaltı yapmak için 106. katta olacaktım” diye konuştu.
Arkadaşlarını kurtarmak için tekrar içeri girdiğini ifade eden Rodrigez, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Şefim içeri girmeme izin vermese de güney kulesine gittim. Güney kulede gördüğüm güvenlik görevlisini dışarı çıkardım. Sonra tekrar binaya döndüm herkes bana bağırıyor 'binaya dönme öleceksin' diyordu. Tekrar kuzeydeki kuleye döndüm. Her taraf su içindeydi. Asansörlerden 'yardım edin' diye sesler geliyordu. Bana en yakın olan asansörde sıkışıp kalan 2 kişiyi dışarı çıkarıp, ambulansa götürdüm. Sonra tekrar içeri döndüm, herkes 'deli misin gitme' diye bağırıyordu arkamdan.”
Rodrigez, kendisinde binadaki bütün kapıları açan bir mastır anahtar olduğunu dile getirerek, şunları kaydetti:
“Bu anahtardan benim dışımda 4 kişi de daha vardı ki, onlar böyle bir anda insanların kurtulması için kapıları açması gereken görevlilerdi. Ama gördüm ki, bu kişiler herkesten önce kaçıp gitmiş. Lobiye çıktığımda itfaiyecileri gördüm. Lobiden 106. kata doğru çıkmaya başladık. Katlardaki insanları dışarı çıkardık. Cam kenarında oturan insanların yüzlerine camlar saplanmıştı.”
“11 EYLÜL'DEN SONRA UZUN BİR SÜRE ASANSÖRE BİNEMEDİM”
Rodrigez, 33. kata kadar tek başına çıktığını anlatarak, şöyle konuştu:
“Orada bir polis iki itfaiyeci daha bana yetişti. Öbür binadan büyük bir patlama sesi daha geldi. Sonradan öğrendik ki, ikinci binaya çarpan uçaktan kaynaklanmış bu patlama. Polis 'William artık dönmeliyiz bunun için sana para vermeyecekler' dedi oysa ben para için değil, arkadaşlarımı kurtarmak için yapıyordum. Tekerlekli sandalyede birini gördük. İtfaiyecilerin yardımıyla dışarı çıkardık. Bu sırada asansörlerde sıkışıp kalan insanların sesini duyuyor ama çıkaramıyorduk. O yüzden 11 Eylül'den sonra uzun bir süre asansöre binemedim. Adamı, ambulansa taşımak için dışarı çıktığımda bina tamamen çöktü enkazın altında kaldım. İki saat sonra çıkarıldım. Ambulansta gözümü açtığımda bir muhabir '30 saniye sonra canlı yayındasınız' diye mikrofonu uzattı. Sadece dizim yırtılmıştı başka da bir şey olmadı” şeklinde konuştu.
Rodrigez, olaydan sonra 11 Eylül kurbanları için bir dernek kurduğunu belirterek, “Bir anda kahraman haline geldim. Sokakta herkes beni tanıyordu. Bu nedenle politikacılar bir merdiven temizleyicisi olmama rağmen partilerine katmak için para teklif ettiler, liderlik eğitimlerine gönderdiler. Bu sırada işimi de kaybetmiştim, evsiz kaldım. Bir süre arabada ve köprü altlarında yaşadım. Buna rağmen siyasete girmedim, film tekliflerini kabul etmedim. 200'den fazla arkadaşımı kaybettim, toplam 4 binden fazla insan öldü. Onların üzerinden pirim yapmak istemedim” diye konuştu.
“MALEZYA'YA GİTME, MÜSLÜMANLAR SENİ ÖLDÜRÜR” DENDİ
11 Eylül'den sonra yaşadıklarını anlatmak için dünyanın dört bir yanından davet aldığını belirten Rodrigez, şunları kaydetti:
“Malezya Başbakanından davet aldığımda 'Malezya'ya gitme Müslümanlar seni öldürür' dendi. New York'ta da Müslüman arkadaşlarım vardı ama ilk defa İslamiyetle orada yakın temas kurdum. Malezya'da İslam'a duyduğum samimiyetten sonra Londra'da Şeyh Yusuf Estes ile tanıştım. Ondan sonra şahadet ettim ve 2006'da Müslüman oldum. Müslüman olduktan sonra herkes bana saldırdı ama ben Allah'ın dostluğunu kazandım. Hükümetle daha fazla problem yaşamaya başladım. Ulusal bir kahramandım, onlar benim siyasetçi olmamı istiyorlardı. Onların duymak istediklerini değil, doğru olanları söyledim. 11 Eylül'ün üzeri örtülmeye çalışıldı. Monica Lewinski davası için bile 35 milyon dolar harcanırken, 11 Eylül için 15 milyon dolar harcandı. 11 Eylül saldırıları Amerika'nın Irak'a girmesini haklı göstermek için yapıldı. Saldırının Müslümanlara atılmaya çalışılmasına dayanamıyorum. Daha uçaklar binalara çarpmadan içerde patlamalar oldu. Bu bir komploydu.
Kurbanlar üzerinden bir siyaset yapıldı. Ama Amerikan halkı bunu biliyor artık. Ancak Amerikalılar koltuklarında oturur, 'bu kötü' der değiştirmek için bir şey yapmaz. Bugünün gençleri daha farklı. Wall Street olaylarında gördüğünüz gibi. Haksızlığa sessiz kalmıyor. Şimdi de İran'a karşı çok güçlü bir propaganda yapılıyor. Önümüzde seçim var bu da seçim için kullanılıyor. Ama benim umudum var sonunda gerçekler ortaya çıkacak. 11 Eylül'ün unutulmaması için bu konuyu gündemde tutmaya devam edeceğim.”
“ÖNEMLİ OLAN İSİM DEĞİL, YAPTIĞIN İBADETTİR”
William Rodrigez, kendisine sürekli adını neden değiştirip, Müslüman ismi almadığının sorulduğunu vurgulayarak, “Dünya beni William Rodrigez olarak tanıyor ve değiştirmek istemedim. Önemli olan isim değil, yaptığın ibadettir. Annem Müslüman olduğumu öğrendiğinde şok oldu çünkü kendisi koyu bir Katoliktir. Ben kimseye inançları konusunda baskı yapmıyorum, örnek olmaya çalışıyorum” dedi.
11 Eylül'ün hayatını tamamen değiştirdiğini ifade eden Rodrigez, “ Eşim Elizabeth de bir gazeteci. Benimle röportaj yaptığında tanıştık. O sırada nişanlıydı ama ilk görüşte aşık olduk. Nişanlısından ayrılarak, benimle evlendi” dedi.
Rodrigez, eşiyle birlikte Türkiye'ye ilk kez tatil için geldiğini, Van'daki depremi duyunca orayı da ziyaret etmeye karar verdiğini söyledi.
Bir kahramanın eşi olmanın onurunu taşıdığını belirten Elizabeth Rodrgiez ise bir kahramanla yaşamanın zaman zaman zor olduğunu, hayranlarıyla eşini paylaşmak durumunda kaldığını ifade etti.
Eşinin İslam'ı seçerek Müslüman olmasını saygıyla karşıladığını ifade eden Elizabeth Rodrigez, “Ben Katolik'im. Ama ikimizde birbirimize inançlarımız konusunda bir baskı yapmıyoruz. Kocam İslam inancına göre orucunu tutuyor ve namazını kılıyor. Ben de kendi inancımın gereklerini yerine getiriyorum” dedi.

8 Kasım 2011 Salı

İŞTE "HÜR ADAMIN" GERÇEK ÖYKÜSÜ!..


İŞTE "HÜR ADAMIN" GERÇEK ÖYKÜSÜ!..

1950’lerden itibaren “Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı” çevrelerin bayrağı haline getirilen Said-i Nursi konusunda müthiş bir bilgi kirliliği vardır. Onunla ilgili kitaplarda efsaneyle-tarih iç içe geçirilmiş, tarih bilinçli olarak çarpıtılmıştır. Son zamanlarda adından çok söz ettiren “Hür Adam” filmi de maalesef bu “çarpık tarihten” beslenmiştir.

Said-i Nursi’nin ne kadar “Hür Adam” olduğunu anlamak için önce onu biraz tanıyalım:


İşte Said-i Nursi’nin kısa hayat öyküsü: 

Said-i Nursi, Bitlis’in Hazan ilçesinin Nors köyünde 1873 yılında doğmuştur. Göbek adı Rıza olan Said-i Nursi’nin asıl adı SAİD-İ KÜRDİ’dir. Kendisi, köklerinin Hz. Muhammed’e dayandığını ileri sürmüştür.[1]

Daha çocuk yaşlarda bölgede etkili olan Nakşibendi Tarikatı’na girmiştir. Mahalle Mektebi’nde okumuştur. Gençliği Medreseliler arasında geçmiştir. Düzenli bir eğitim öğretim hayatı olmamıştır.

İstanbul’a ikinci gelişinde, II. Abdülhamit döneminde, 1907’de tutuklanarak bir süre “akıl hastanesinde” tedavi görmüştür.

31 Mart Mürteci İsyanı’nın fitilini ateşleyen Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesinde ve Kürdistan Dergisinde yazılar yazmıştır.

31 Mart İsyanı’na karıştığı iddiasıyla yargılanarak beraat etmiştir.

Bezmi Nusret Kaygusuz, Meşrutiyet yıllarına ilişkin anılarında Said-i Nursi’den şöyle söz etmiştir:

“İttihatçılar bu adamı çok şaşırtmışlardı. İptidada (önceleri) Said-i Kürdi’ye büyük bir paye verdiler. Güya Kürt meselelerinde ondan istifade edeceklerdi. Halbuki gösterilen saygıyı o kendi hakkı zannetti. Ve yükseklerden ötmeye başladı. Zamanın kutbu ve mehdisi tavrını takındı. Maaza, senelerden sonra da aklı başına gelmemiştir. Yeni bir tarikat iddiasında ve onun piri olmaya çalışıldığı işitilmektedir. Halen Nurcu diye maruftur (tanınmaktadır).”[2] 

Nursi, Nakşibendi tarikatına mensup, İngiliz yanlısı Derviş Vahdeti ile birlikte siyasal İslamcı İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’ni kurmuştur. Cemiyetin kuruluşu nedeniyle 3 Nisan 1919’da Ayasofya camiinde mevlit okutulmuştur.[3]

Bir ara Teşkilatı Mahsusa’ya da üye olan Nursi, hem Kürdistan Teali Cemiyeti’nin hem de Kürt Neşriyat Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almıştır.[4]

“HÜR ADAM” ALMAN ETKİSİNDE

“Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Almanya’nın yanında savaşa girmiştir. Bu süreçte “tüm giderleri Almanlar tarafından karşılanan İslam Birliği propagandası bağlamında Alman malı Cihad-ı Ekber fetvasını kaleme alan kurulda, 1907’lerde temeli atılan ve Almanlarca beslenen İslam Birliği amaçlı Gizli İstihbarat Örgütü Teşkilatı Mahsusa’nın üyelerinden Said-i Kürdi (Nursi) de bulunuyordu.”[5]

“Alman malı cihat fetvasının” yazarlarından Said-i Nursi, bir süre Rusya’da tutsak kalmış, daha sonra bir yolunu bulup 1918’de kaçarak Almanlara sığınmıştır.

Nursi, Almanya’da kaldığı iki ay boyunca yaptığı konuşmalarda: “Türk-Alman, Alman-Türk tarih boyunca kadim dostturlar. Türkler Alman dostluğuna sadakatte çok hassasiyet gösteririler” demiştir.[6]

Ancak Cengiz Özakıncı’nın ifade ettiği gibi: “Kitabın hiçbir yerinde Hıristiyan komutasında cihat yapılacağına ilişkin bir buyruk yoktu. Tersine, ‘Kendi dininizden olmayanları veli (dayanak, buyurgan) edinmeyin’ diyordu Tanrı. Maide Suresi’nin 51. Ayet’i böyleydi. Bu buyruğu görmezden gelince böyle olmuştu sonraları.”[7]

***
Nursi, Kurtuluş Savaşı yıllarında, bu savaşın halifeyi kurtarmak için yapıldığını düşünerek, ancak savaşın sonlarında Ankara’ya gelmiştir (1922). Fakat bu mücadelede, sözüm ona “İslam karşıtı” bir hava sezerek Ankara’dan ayrılıp Van’a gitmiştir.(gönderilmiştir).

1925’te patlak veren Şeyh Sait İsyanı’yla ilgili görülerek İstiklal Mahkemesi’nce sürgün edilmiştir. Önce Isparta’ya, sonra Kastamonu’ya ve Emirdağ’a, sürülmüştür.


“HÜR ADAM” DEMOKRAT PARTİ VE ABD ETKİSİNDE

Said-i Nursi, Isparta’da sürgündeyken Demokrat Parti iktidarı tarafından serbest bırakılmıştır. Kendisine tahsis edilen bir otomobille Demokrat Parti’nin propaganda gezilerine çıkmıştır.

Said-i Nursi, 1950’lerde Amerikan destekli yerli işbirlikçilerle yeniden parlatılmaya başlanmıştır. Demokrat Parti’nin iktidar olduğu ve “Karşı Devrimin” başladığı o yıllarda Amerikan eksenli tüm politikaları basın yayın yoluyla halka benimsetmeye çalışan gazeteci, yazar Cemal Kutay, Özakıncı’nın deyişiyle: “Said-i Nursi’yi sindiği köşede bulup çıkarıp Amerika’nın izniyle Türk gençliğinin düşünsel önderi olarak parlatılıyordu. Çünkü Amerika, dünya üzerinde eskiden Almanya çıkarına çalışan bütün ajanları toplayıp kendi hizmetine koşmaya başlamıştı. Türkiye’de yapılan buydu” [8]

Cemal Kutay, Said-i Nursi’yi parlatmak için yazdığı “Çağımızda Bir Asrı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said-i Nursi” adlı kitabında, bir taraftan Said-i Nursi’yi överken, diğer taraftan Demokrat Parti iktidarının isteği doğrultusunda Said-i Nursi’yi nasıl arayıp bulduğunu, nasıl ortaya çıkartıp nasıl Amerikan isteklerine uygun bir din adamı olarak tanıttığını anlatmaktadır.[9]

Aynı Cemal Kutay’ın 12 Eylül sonrasının “ateşli Atatürkçülerinden” biri olması da çok düşündürücüdür! 12 Eylülde “içi boşaltılan Atatürkçülüğü” topluma benimsetme görevi de yine Cemal Kutay’a verilmiştir belli ki.

***
1950’de yoğun bir “dinsel söylemle” iktidara gelen Demokrat Parti’nin ilk politikaları da “din” alanında olmuştur. Demokrat Parti iktidara gelir gelmez, Atatürk döneminde Türkçeleştirilen ezanı, yeniden Arapçalaştırmıştır. Atatürk devrimlerini, “Halka mal olanlar ve olmayanlar” diye ikiye ayıran, milletvekillerine, “Siz isterseniz Hilafeti bile geri getirebilirsiniz” diyen Demokrat Parti lideri Adnan Menderes, 1951’de İzmir’de, Demokrat Parti II. Kongresi’nde, şunları söylemiştir: “Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılap softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Türkiye bir Müslüman devlettir ve Müslüman kalacaktır, Müslümanlığın bütün icaplarını yerine getirecektir.” Menderes’in 1951 yılındaki bu sözleri, Türkiye’nin bugünlere nasıl geldiğinin çok iyi bir göstergesidir. Menderes’in, Müslümana Müslüman propagandası yaparak “oy uğruna” İslam dinini istismar ettiği çok açıktır. Demokrat Parti dönemine kadar İslamın baskı altında olduğunu söylemesi, ezanın Arapçaya çevrilmesini “Müslümanlığa dönüş” diye adlandırması ve Demokrat Parti’yi “İslamın bayrağı” gibi tanımlaması, bugün AKP’nin “din politikalarını” ve “din istismarını” çağrıştırmaktadır. Demek ki, “siyasal İslamcı iktidarların” ortak yönlerinden biri, aradaki zaman farkına rağmen, benzer bir “söylem” kullanmalarıdır.

O günlerde Menderes’in bu “İslamcı” açıklamalarından etkilenen şair Necip Fazıl ise, “Menderes’in kölesi olmaya hazır olduğunu” söylemiştir:

“ …Böyle bir sözü söyleyecek başbakanın kölesi olduğumuzu söylemekten şeref duyarız. Tekrar ediyoruz.; partimize, siyasi muhitimize, kabinemize, tezatlarımıza ve hatıra gelen gelmeyen her şeyimize rağmen, en saf ve halis tarafından azat kabul etmez köleliğimizi kabul buyurunuz.”

Anlaşılan Necip Fazıl, Cumhuriyetin “kulluk” ve “kölelik” düzenine son vermiş olmasından hiç de memnun değildir ve Menderes’e “köle” olmanın hesaplarını yapmaktadır!

1950’lerin sonunda ekonomik durumun bozulmasına paralel güç kaybeden Demokrat Parti, “İslamı daha çok kullanmaya ve ödünler vermeye başladı. 1957 seçimlerinde dinsel sloganları ağırlıklı kullanırken, Nurcularla da seçim ittifakına girdi. 1958’de ise yine Nurcuların anti-laik propagandalarına göz yumulurken radyodaki dini programlar artırılıyordu…. Başbakan Menderes 19 Ekim 1958’de Emirdağ’da yeşil tuğralı bayrakla ve Said-i Nursi tarafından karşılanmaktan memnuniyet duyuyordu…”[10] 

1958 sonlarında Demokrat Parti lideri Adnan Menderes Said-i Nursi’yi yanına alıp il il dolaştırarak oy toplamaya çalışmıştır. 

1950’lerde sadece Said-i Nursi değil, daha önce Türkiye’deki Hitler örgütlenmesinde görev alan Alman güdümlü Cevat Rıfat Atilhan da Almanya yenilince rotayı Amerika’ya doğrultmuş ve 1950’lerde Amerikan güdümlü İslam çalışmalarına katılmıştır.[11] 

Soğuk savaş döneminde Amerika’nın, kırk yıl önce Almanya için “cihat fetvası” yazan Said-i Nursi gibi İslamcılara çok ihtiyacı vardı. Amerika, bu İslamcıları şimdi de “Amerikan malı cihat fetvası” yazmaları için kullanacaktı.

Özetle, Said-i Nursi sadece sıradan bir din adamı değildi, o Osmanlı’nın son yıllarında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında, yabancı güçlerin “İslamdan yararlanmak için” hep el altında bulundurdukları bir aktördü. Yani “Hür Adam” değil “Güdümlü Adam”dı.

Cengiz Özakıncı bu geçeği, “Said-i Nursi hem eski Almancı, yeni Amerikancı, hem İslam birliği yandaşı, hem Osmanlıcı, hem Kürt, hem hilafetçi olması bakımından Amerika’nın Bullit tarafından kurallaştırılan soğuk savaş stratejisinin Türkiye’deki kanaat önderi ve ruhani lideri olup çıkmıştır. “ diye ifade etmiştir.[12]

Onlarca ciltten oluşan Risale-i Nur adlı bir külliyata sahip olan Said-i Nursi, 24 Mart 1960’da Şanlı Urfa’da ölmüştür.[13]


HÜR ADAMI PARLATMA YARIŞI VE KURTULUŞ SAVAŞI

1950’lerdeki Said-i Nursi’yi “parlatma” sürecinde, öncelikle Said-i Nursi’nin “Kurtuluş Savaşı’na büyük katkılar yapmış bir din adamı” olduğu iddia edilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın gerçek önderi Mustafa Kemal’in bu savaştaki rolünü azaltmak ve Said-i Nursi’ye bu savaştan paye vermek amacıyla ortaya atılan bu iddia, tamamen “kurmaca” dır. 1950’lerde Türkiye’nin Amerikan çıkarları doğrultusunda İslamlaştırılması projesi çerçevesinde bu kurmaca tez, zorlama yorumlarla topluma enjekte edilmeye çalışılmıştır.

Bu “kurmaca” tezi topluma enjekte etme konusunda rahmetli Cemal Kutay’ın büyük rolü olmuştur. Kutay’ın yazdığı Said-i Nursi kitabında anlattığı “belgesiz olayları” zaman içinde tekrarlayan Said-i Nursi sempatizanı yazarlar, “kurmaca” bir Said-i Nursi Biyagrafisi ortaya çıkarmışlardır.

Özellikle 12 Eylül 1980’den sonra köklü üniversitelerin İnkılâp Tarihi kürsülerini ele geçiren “Said-i Nursi sempatizanı” akademisyenlerce anlatılan bu kurmaca biyografi, uluslararası bir boyut kazanan Said-i Nursi konferanslarında dile getirilmiştir.

Said-i Nursi’yi uluslararası alana taşıyan ise Prof Dr. Şerif Mardin olmuştur. Amerikan üniversitelerinde görev yapan Prof Mardin, İngilizce kaleme aldığı Said-i Nursi kitabında Said-i Nursi’yi yakın Türk tarihinin “en önemli figürlerinden biri” olarak anlatmıştır.

1980 sonrasında Said-i Nursi’yi yeniden parlatma misyonunu yüklenen daha birçok akademisyen vardır. Bunlardan biri de Atatürk’ün üniversite reformuyla kurduğu ve Türkiye’nin en köklü üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’nin Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Türkiye Cumhuriyeti Anabilim Dalı Başkanı Prof Dr. Cezmi Eraslan’dır. Eraslan, 1995’te İstanbul’da toplanan Bediüzzaman Said-i Nursi Konferansı’na “Milli Mücadelede Bediüzzaman Said-i Nursi” adlı bir bildiri sunmuştur. Prof Eraslan bildirisinde, “Nursi’nin risaleleri İstanbul Hükümetinin fetvalarına karşı Ankara’yı rahatlattı. Atatürk de Nursi’nin mücadelesini gördü ve onu Ankara’ya çağırdı” demiştir.[14]

Eraslan ayrıca Hatuvvat-ı Sitte’nin Kurtuluş Savaşı’na psikolojik bir destek sağladığını ileri sürerek uzun uzun bu durumu ayrıntılandırma yoluna gitmiştir.[15] Prof Eraslan, aynı bildirisinde Türk devrim tarihini alt üst etmeye de devam etmiştir.

19 Mayıs 1919’un Kurtuluş Savaşı’nın ikinci aşaması olduğunu belirten Prof. Eraslan, böylece bir taraftan

Said-i Nursi’ye Kurtuluş Savaşı’ndan paye verirken, diğer taraftan da Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünü azaltmayı amaçlamıştır. Yani bir taşla iki kuş...

Yakın tarihi tersyüz eden Prof Cezmi Eraslan, adeta ödüllendirilircesine önce Genelkurmay direktifiyle kurulan Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAREM) üyeliğine daha sonra da Başbakanlığa bağlı Atatürk Araştırmaları Merkezi’nin başına getirilmiştir.[16]


SAİD-İ NURSİ’NİN KURTULUŞ SAVAŞI’NA KATKISI MASALI

1920, 1921 yıllarında Anadolu işgal altındadır. Mustafa Kemal Paşa bir taraftan kelle koltukta halkı örgütlemeye çalışırken, diğer taraftan İstanbul kaynaklı “nifak” hareketlerini etkisizleştirmeye çalışmaktadır. İngiliz destekli Şeyhülislam fetvalarıyla Mustafa Kemal ve silah arkadaşları idama mahkûm edilirken, padişahın da onayıyla kurulan ve işgalci İngiliz istihbaratının desteğiyle eğitilen, saray altınlarıyla finanse edilen ve ulusalcı güçlere acımasızca saldıran Kuva-i İnzibati’ye karşı mücadele edilmektedir.

Peki, Türk’ün ateşle imtihan edildiği o günlerde Said-i Nursi nerededir?

Bu sorunun cevabını, 1950’lerde Said-i Nursi ile bizzat görüşen ve 1966 yılında yayınlanan “Gerçek Bediüzzaman Said-i Nursi ve Doktrinleri” adlı bir kitap yazan Seyfi Güzeldere şöyle vermektedir:

“Molla (Said-i Nursi) İstanbul’a geldiği vakit Mütareke olmuştu. Müslüman-Türk toptan tutsak gitmemek için yer yer birleşip tedbir arıyordu. O hemen, kardeşinin oğlu Abdurrahman’ın Çamlıca’daki köşküne yerleşti. Kitap dediği uyduruk serisini bütünlemeğe başladı. Molla, bu işlerle uğraşırken, Anadolu bağımsızlık savaşının kan ve ateşi içinde idi. Bir dergi, Molla’nın bağımsızlık savaşına katıldığını yazıyor. Doğru değil. O savaşın gazilerinden binlercesi bugün yaşamdadır. Yalnız benim tanıdığım 200 var. Biri diyebilir mi ki bu insan, değil silahla fikir yoluyla olsun bu savaşa katılmıştır.

Önce kendi diyor ki, ‘Tutsaklıktan döndüm, İstanbul’da üç ay kaldım. 1918’in ortasından 1921’in ortasına gelelim. Sonbaharda ayrıldığını söylüyor. Demek 1922 olmaktadır. O zaman Molla’nın İstanbul’da beklemesinin açık gerekçesi oydu ki; Halife kazanırsa, zaten Halifeli, Türk ulusu kazanırsa Türk ola! Halifenin artık çöktüğünü görünce Ankara’dan geçip Van’a gitmiştir. (1922). (Zöhretunnur, sayfa 57)”[17] 

Said-i Nursi Mütareke dönemde dönemde İstanbul’da Kuva-i Milliye ile alakası olmayan örgütlere katılmıştır. Kürdistan Teali Cemiyeti, Müderrisler Cemiyeti (Teali İslam Cemiyeti), Yeşilay Cemiyeti ve Darül Hikmet’ül İslam gibi örgütlerde yer almıştır. Ancak bu örgütlerin çoğu, Mondros sonrasında, işgalcilere yardım etmek amacıyla kurulan “zararlı cemiyetler”dendir.

Said-i Nursi, o zor Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da Sunuhat(1920), Hakikat Çekirdekleri(1920), Nokta(1921), Rumuz(1922), İşaret(1922) gibi risaleler (küçük kitaplar) yayınlamıştır. Nursi, bu eserlerinde Osmanlı’nın çöküşünü “Jön Türklerin İslam’dan uzaklaşmalarına” bağlamıştır.[18]

İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın Bağdat’tan yazılan gizli raporunda, Kürtleri Türklere karşı kışkırtarak ayaklandırmak amacıyla kurulmuş olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurucuları arasında Said-i Kürdi (Nursi)’nin de adı vardır.[19] Bu cemiyetin düzenlediği Koçgiri Ayaklanması, ulusalcı güçleri bir hayli uğraştırmıştır.

Mondros Mütarekesi’nden sonra Kürtler bağımsız bir devlet kurmak için harekete geçmişler ve bu amaçla Kürdistan Teali Cemiyeti’ni kurmuşlardı. Bu cemiyetin kurucuları arasında Saidi Nursi de bulunmaktadır. Saidi Nursi diğer kurucular olan Müküslü Hamza, Botkili Halil İbrahim Bey’lerle birlikte Kürdistan’ı kurmak amacıyla kurulan bu cemiyete üye kaydetmektedir. Bu cemiyetin kurucuları arasında Bedirhan Emin Ali, Dersimli Miralay Halil Paşa, Ulemadan Hoca Ali, Mehmet Şükrü Sekban, Babanzade Fuat, Babanzade Şükrü gibi isimler de bulunmaktadır. Kürdistan Teali Cemiyeti’ne yönetim kurulu üyesi seçilen bu üyeler işgal güçlerinin ABD, İngiliz ve Fransız komiserlerini ziyaret ederek görüşmelerde bulunmuşlardır. ABD siyasi komiseri ile yapılan görüşmeye Seyyid Abdulkadir, Emir Ali Bedirhan, Mehmet Şükrü’nün yanı sıra, İttihatçıların güçlü zamanında kavmiyetçiliği reddeden daha sonra ise “sıkı bir kavmiyetçi olan” Saidi Nursi de katılmıştır. Nursi ve arkadaşları ABD’li komiserden “Kürt milli haklarının sağlanması konusunda kendilerine yardımcı olmalarını” istemişlerdir.[20] Yani işgalci komutanı ziyaretin tek amacı “Kürt halkına ve kurulacak Kürt devletine yardımcı” olmalarını istemektir. Yani Saidi Nursi, Kurtuluş Savaşı sırasında işgalci otoriteye, emperyalizme direnmemiş, başkaldırmamış, Kürt halkının hakları konusunda “yabancılardan” isteklerde bulunmuştur.

Saidi Nursi’nin işgalci güçlerin emperyalist amaçlarına karşı çıkmak yerine onlarla “uyum içinde olması” hatta onları Müslümanlar için kurtarıcı olarak görmesine güzel bir örnek de onun şu ifadeleridir:

“…Küre–i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslamiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükunet ve müsamaha bulacağına (barış bulacağına) karar vermesi ve yeni doğan İslam devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan müddeayı ispat ediyor, kuvvetli şahit olur.”[21] Saidi Nursi, bu sözlerinde, “Dünyanın şu anki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle dini hakikatlere sahip çıktığını, Amerika’nın, Asya ve Afrika’da İslamiyetle beraber huzur ve saadet geleceğine karar verdiğini, Amerika’nın yeni doğan İslam devletlerini okşadığını ve onlarla ittifak ettiğini” bütün dünyaya ilan ediyor! Saidi Nursi’ye göre bütün “Müslümanları okşayan Hıristiyan Amerika”, dünyanın en büyük devleti olarak aynı zamanda baş otorite idi. Nursi’nin bu sözleri, bugün onun yolundan giden Fethullh Gülen’in sözlerine ve yaşam biçimine nasıl da güzel örnek oluşturuyor…

Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşı’nın hazırlık döneminde toplanan ve bağımsızlık için neler yapılması gerektiğini kararlaştıran Erzurum ve Sivas Kongrelerini destekleyici hiçbir girişimi yoktur. Buna karşın Erzurum Kongresi’nin açılışını Müftü Hasan Fahri Efendi yapmış, Erzurum ve Sivas kongrelerine birçok gerçek din adamı katılmış, Kuvayı Milliye Cemiyetlerinin kurucularının neredeyse tamamı gerçek din adamlarından oluşmuştur. Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, Havzalı İmam Sıtkı Hoca, Amasya Müftüsü Hacı Hafız Tevfik Efendi, Şair Mehmet Akif Ersoy, Ankara Müftüsü, Rıfat Börekçi Hoca vb. daha çok sayıda gerçek din adamı Kurtuluş Savaşı boyunca hep “Ya istiklal ya ölüm” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün yanında yer almışlardır.Ama “Kurtuluş Savaşı kahramanı” Said-i Nursi o günlerde ortalarda yoktur.

Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşı karşısındaki tavrı bu kadar açıkken, bazı çevreler, adeta tarihi tersyüz ederek, Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşı yıllarında kaleme aldığı bir yazıyı kanıt gösterip, onun Kurtuluş Savaşı’na çok büyük katkı sağladığını iddia etme aymazlığını gösterebilmektedirler.


HUTUVVAT-I SİTTE’NİN ABARTILAN ROLÜ

Said-i Nursi, Darül Hikmet-i İslamiye’de görevliyken İstanbul Müftüsü Dürrizade’nin Anadolu’daki ulusalcıları “dinsiz, zındık” ilan eden ve idam edilmelerinin dinen “caiz” olduğunu ileri süren fetvasına karşılık “Hutuvvat-ı Sitte” adlı bir kitapçık yayınlamıştır. İşte bazı çevreler, Said-i Nursi’nin ulusal kuvvetlere karşı yapmadığını bırakmayan örgütlerin kurucusu veya yönetim kurulu üyesi olduğunu unutarak, onun kaleme aldığı bu kitapçıkla İstanbul’dan Kuva-i Milliye’ye destek olduğunu iddia etmektedirler!

Nursi, bugün İslamcıların dört elle sarıldıkları bu kitapçığında sözü dönüp dolaştırıp “fetva ilmen geçersizdir” demeye getirmiştir. İstanbul hükümetinin ve işgalci güçlerin her türlü imkânlarını seferber ederek Anadolu’daki Ulusal Hareket’i yok etmeye çalıştığı günlerde Nursi’nin bu “ilmi” açıklamasının Kurtuluş Savaşı’na nasıl bir destek sağladığı, örneğin en basitinden ulusalcılara karşı hangi haince girişimi önlediği belirtilmemiştir.

Hükümetin idam fetvasına karşı çıkan Nursi’nin -üstelik Kürtler üzerinde bir nüfuz sahibi olduğunu da dikkate alırsak- İngilizlerin İslam dinini kullanarak Kürt aşiretlerini ayaklandırma girişimlerine engel olması, bu yönde yazılar yazması gerekmez miydi? Ama bırakın ayrılıkçı Kürt hareketlerine karşı yazı yazmayı, o bu ayrılıkçılığın odağı olan bir cemiyetin kurucu üyesi olmayı tercih etmiştir.

Ayrıca, Kurtuluş Savaşı’ndan yana bir Said-i Nursi’nin İngilizler ve İstanbul Hükümeti isteğiyle kurulan ve sayısız yurtseveri zindanlara atıp, işkenceden geçiren Kürt Nemrut Mustafa başkanlığındaki uyduruk mahkemeye de itiraz etmesi gerekmez miydi? Daha da önemlisi bu mahkeme İstanbul’daki tüm vatanseverleri, ulusalcıları toplayıp zindana tıkarken acaba neden yazdığı kitapçıkla ulusalcılara yardım ettiği söylenen Said-i Nursi’yi de tutuklayıp zindana tıkmamıştır? Ancak akıl, mantık yoksunu çevreler bu soruya da kendilerince yanıt vermişlerdir. Şöyle ki: Said-i Nursi kerametini göstererek birden görünmez olmuş ve İngiliz askerlerin arasından geçip gitmiştir![22]


İSLAMA VE İBADETE ÇAĞRI BİLDİRİLERİ

Said-i Nursi’yi Kurtuluş Savaşı’na dahil ederek onurlandırma amacıyla kurgulanan tezlerden biri de Said-i Nursi’yi Ankara’ya Atatürk’ün çağırdığı iddiasıdır.[23] İddialara göre Atatürk Nursi’yi 18 defa Ankara’ya çağırmıştır! Ancak bun ayönelik hiçbir belge yoktur. Ayrıca Said-i Nursi’nin Ankara’ya çağrılmasının ve Ankara’da Atatürk’le görüşmesinin sözüm ona Nursi’nin “üstün özellikleriyle” hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü bilindiği gibi Atatürk Kurtuluş Savaşı yıllarında çok sayıda din adamını Meclis çatısı altında toplamış ve onlarla özel görüşmeler yapmıştır. Daha sonra Ankara Müftüsü olacak Rıfat Bey (Börekçi) bu din adamlarından sadece biridir. Ancak Atatürk, kısa süre içinde Said-i Nursi’nin, Ulusal Hareket’in önemini kavrayamamış ve bu harekete destek olabilecek bir yapıda olmadığını da anlamıştır.

Said-i Kürdi Ankara’ya gelince ne mi yapmıştır? “İslam’a ve İbadete Çağrı” bildirileriyle Meclis’e gelip milletvekillerini namaza çağırmıştır. Oysa ki gerçek bir din adamı olarak Atatürk’ün diğer din adamlarından olduğu gibi ondan da beklentisi, bu zor zamanlarda doğru telkinlerle halkı manevi bakımdan bilinçlendirmesidir. Ancak o adeta Müslüman’a Müslüman propagandası yaparak ve İslam’ın “dinde zorlama yoktur” hükmünü hiçe sayarak, milletvekillerini namaza çağıran bildiriler dağıtmayı kendine görev bilmiştir. Nursi’nin milletvekillerini namaza çağıran bildiriler dağıttığı o günlerde vatansever gerçek din adamları, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde canla başla Milli Hareket’in örgütlenmesi için çalışmaktadır. Hatta bazı din adamları bizzat cepheye giderek düşmanla vuruşmaktadır. (Örnek din adamlarınca kurulan Demiralay ve Çelikalay) 

Said-i Nursi risalelerinde 11 yerde: 

“Ankara’da Mustafa Kemal’in şiddet ve hiddetle divan-ı riyasete girip: ‘Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilaf verdin.” demekte veiki parmağını ileriye doğru uzatarak Atatürk’e: ”Paşa, Paşa, İslamiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü marduttur” dediğini iddia etmektedir.[24]

Bu efsane sahne, evet iyi bir film sahnesi olabilir: Düşünsenize, adamın biri, yedi düvele başkaldıran Mustafa Kemal’in karşısına geçip kaşlarını çatarak, “Paşa Paşa…” diyerek Mustafa Kemal’e doğru parmağını uzatıyor, hatta onu azarlıyor! “Vay be!..” dedirten bir manzara.. Ama hepsi o kadar!. Tamamen “gerçek dışı” olan bu sahnenin “tarihsel hiçbir değeri” yoktur, çünkü bu sahnenin, anlatıcısı Said-i Nursi dışında hiçbir tanığı ve belgesi yoktur. 

Nursi’nin anlatıma göre:

1.Said-i Nursi’yi yüksek fikirlerinden yararlanmak için Ankara’ya çağıran Atatürk’tür! Oysa ki daha 1920 yılından itibaren Atatürk’ün yanında başta Rıfat Bey olmak üzere Sünni ve Alevi İslam anlayışlarını çok iyi bilen birçok din adamı vardır. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul kaynaklı fetvaları etkisizleştirmek ve verilen mücadelenin dine uygun olduğunu halka anlatmak için din adamlarına ihtiyaç duymuştur. Nursi’nin Ankara’ya geldiği 1922’de ise Kurtuluş Savaşı sona ermiştir.

2.Atatürk namaza karşı çıkmıştır! Nursi’nin bu iddiası da kökten yalandır. Atatürk İle Allah Arasında adlı kitabımda bütün belgeleriyle ortaya koyduğum gibi Atatürk hiçbir zaman namaza karşı olmamıştır. Annesi ve yakın dostu Fevzi Paşa başta olmak üzere akrabaları, dostları ve arkadaşları arasında çok sayıda namaz kılan vardır.

3. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur! Nursi’nin bu yorumunun da İslam diniyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü bilindiği gibi İslam dininde namaz kılmamak bir farzı yerine getirmemek demektir ki, bunun anlamı da dinden çıkmak veya hain olmak değil olsa olsa günahkâr olmaktır. Ancak Nursi, haddini aşarak namaz kılmayanın hain olduğunu ileri sürebilmiştir. Onun bu yorumu din dışıdır.

Said-i Nursi daha sonra da Atatürk’ün, onun kerametinden korkarak kendisinden “özür dilediğini” iddia etmektedir! Ancak onun bu iddialarının kendinden başka hiçbir tanığı yoktur.

Said-i Nursi Ankara’ya geldiğinde bir “dinsizlik fikriyle” karşılaştığını belirtmekte ve Ankara’dan ayrılmasını sözüm ona bu “dinsiz atmosfere” bağlamaktadır. Ancak Nursi’nin “dinsiz” dediği o meclisin yarıdan fazlası “din adamlarından” oluşmaktadır.

Said-i Nursi, kendi ifadelerine göre bu “dinsiz atmosferin kaynağı olarak” gördüğü Mustafa Kemal Atatürk’ü de birçok defalar uyarmış, Nurcuların deyişiyle “Atatürk’e ders vermiştir”! Örneğin bir keresinde Atatürk’e, “içindeki şöhret hissini tatmin etmek istiyorsa bunu gayrimüslimleri ve haylaz kimseleri memnun edecek hareketlerle değil de bütün İslam dünyasını memnun edecek hareketlerle yapması gerektiğini” söylemiştir.[25] Nursi’nin bu sözleri, onun Atatürk’ü ve verdiği mücadeleyi hiç ama hiç anlamadığını göstermektedir. Çünkü Atatürk öncelikle gayrimüslimlere, “ecnebilere” karşı bir bağımsızlık savaşı vermiştir. İkincisi; işgalci İngiliz subayları ve yerli işbirlikçilerden daha “haylaz” kimse olamayacağına göre ve Atatürk onları da etkisiz hale getirdiğine göre Nursi’nin “haylaz kimseleri memnun etme” demesi de çok anlamsızdır. Ayrıca Atatürk’ün verdiği bağımsızlık mücadelesi tüm İslam dünyasını çok derinden etkilemiş, Hindistanlı Müslümanlar bu mücadeleye destek olabilmek için aralarında para toplayarak göndermişler ve Atatürk’e “Allah’ın kılıcı” unvanını vermişlerdir. Durum böyleyken Nursi’nin tüm bunlardan habersiz, Atatürk’ü, “İslam dünyasını memnun edecek hareketler yap” diye uyarmasının anlamı var mıdır?

Said-i Nursi Atatürk’ün kendisini daha sonra da Ankara’ya çağırdığını belirtmektedir. Atatürk’ün “Hutuvat-ı Sittesi”ni çok beğenerek onu ödüllendirmek için Ankara’ya çağırdığını iddia eden Nursi, ayrıca Atatürk’ün Doğu illeri genel vaizliği makamına getirmek istediği Şeyh Sünüsi’nin Kürtçe bilmemesinden dolayı Kürtçe bilen Nursi’yi bu makama atamak istediğini ileri sürmüştür. Atatürk bu görev için kendisine 150.000 lira teklif etmesine karşın güya o 5.Şua’daki haberden dolayı bu çağrıyı reddetmiştir.[26]

Peki, ama ne vardır bu 5. Şua’da?

NURSİ: “ATATÜRK DECCAL VE SÜFYAN’DIR”

Said-i Nursi yazılarında açık, gizli şekilde birçok yerde Atatürk’e saldırmıştır.

Nursi’nin Atatürk’e yönelik saldırıları 5. Şua’yla başlamıştır. 

Said-i Nursi, 1907 yılında yazdığını belirttiği 5.Şua’daki aşağıdaki ifadelerin Atatürk’ü işaret ettiğini söylemiştir:

“Ahirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar alnında ‘haza kafirün’ yazılmış bulunur’ diye hadis var deyip benden sordular. Dedim: ‘Bir acayip şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir.’ ‘Bu cevaptan sonra bana sordular.’

“Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?”

‘Dedim:’Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek; fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşallah Müslüman edecek.’

“Sonra dediler, aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hadise ile SÜFYAN olduğu bilinecek.”

“Ben de cevaben dedim: ‘Bir darbı mesel var. Çok israflı adama eli deliktir denir. (…) İşte o dehşetli adam, bir su olan rakıya müptela olur, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak.”[27]

Nurcuların, Nursi’yi aklamak için, “burada kastedilen Atatürk değildir” demelerine karşılık, onları yine Said-i Nursi yalanlamaktadır. Şöyle ki, Said-i Nursi Redoks’ta, Ankara’ya ikinci kez çağrıldığında neden gitmediğini açıklarken “…Ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını orada bir adamda (Atatürk) gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım” diyerek 5. Şua’daki “Süfyan”ın Atatürk olduğunu ima etmiş ve “SÜFYAN ve bir İslam DECCALİNİN Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şua’da anlaşılıyor”[28] diyerek de açıkça Atatürk’e süfyan ve deccal demiştir. 

Said-i Nursi’ye göre, Atatürk, “TEK GÖZLÜ DECCAL”dır; SÛFYAN’dır.[29]

Peki, “Tek gözlü Deccal” nedir?

“Deccal: Ahir zamanda gelecek ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr edip, İslamiyeti yıkmaya çalışacak ve dünyayı fesada verecek olan çok şerli ve mutlak küfür yolunda olan, dehşetli bir şahıs” olarak bilinmektedir.[30]

Yine Said-i Nursi’ye göre Atatürk, “Nefret-i amme’ye layık adam; İslam’ın en büyük fitne-i diniyelerinden biridir.” Yani, “Halkın nefretine layık adamdır. İslam dinini yıkmaya çalışan kişilerin en büyüğüdür.”[31]

Nursi, Denizli müdafaasında da açıkça Atatürk’e saldırmış, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünü azaltmaya çalışmıştır:

“Bu dehşetli kumandan(Atatürk) deha ve zekâvetiyle ordunun müspet hesanelerini kendine alıp ve kendinin menfi seyyielerini o orduya vererek.(…) Ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadisin o şahsa vurduğu tokada binaen, sabık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müdde-i umumiye (savcıya) dedim. Gerçi onu hadislerin ihbarıyla kırıyorum; fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise bir tek dostun için Kur’an’ın bayraktarı ve âlem-i İslam’ın kahraman kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hesenelerini hiçe indiriyorsun dedim.”[32]

“Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilemez. Yalnız onun bir hissesi olabilir. Nasıl ki ordunun ganimeti malları, erzakları bir kumandan verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır.”[33]

“Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükümetten alakası kesilmiş, BİR ADAM hakkında 30 sene evvel bir hadis-i şerifin ihbarıyla KUR’AN’A ZARARLI öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal’in o adam olduğunu zaman gösterdi.”[34]

Nursi, açıkça Atatürk’e dost olmadığını da söylemiştir:

“Evet, çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır.”[35]

Ayrıca Said-i Nursi, Atatürk’e cifir hesabını kullanarak da saldırmıştır.[36]

Şapkayı dinsizliğin sembolü olarak gören ve “350 bin tefsirin işaretiyle tesettüre en uygun kıyafet çarşaftır. Çarşaf, kadınların siperi ve kefesidir”[37] diyen ve 11 aya mahkûm olan Said-i Nursi’nin “üniversite kurmak isteyen çağdaş düşünceli bir İslam âlimi olduğu” iddiaları gülünçtür. Onun kurmak istediği, “üniversite adı altında” eğitim öğretim verecek bir medresedir. (Said-i Nursi’nin ‘hurafeciliğine’ de ilerde başka bir yazımda yer vereceğim).

“...Bu şahsın (Said-i Nursi) yönettiği, körpe beyinlerin karanlık düşüncelerle köreltildiği ışık evlerinde, ‘Atatürk’ün bir gözünün öküz gözü olduğunun’ anlatıldığı herkesçe biliniyor; çünkü Said-i Nursi hazretleri, bir karşılaşmasında Atatürk’ün gözlerinden birini çıkarıp, onun yerine bir öküz gözü taktığını görmüştür! Nursi’ye göre sahtekâr doktorlar da Gazi’nin gözlerinden birinin öküz gözü olduğunu Türk milletinden saklamayı başarmışlardır.”[38]

“...İfşaatta bulunan iki öğrencinin açıklamalarından öğreniyoruz ki, Fethullah cemaatinde Cumhuriyet’in adı ‘kefere düzeni’, Atatürk’ün adı ise ‘Deccal’dir.”[39]

İşte anlatılmayan“Hür Adam”!

Elinizi vicdanınıza koyun ve bu adamın ne kadar “hür” olduğuna siz karar verin!... 

Kurtuluş Savaşı’na “dişe dokunur” hiçbir katkısı olmayan Said-i Nursi’yi “Hür Adam” diye parlatanları, Kurtuluş Savaşı’nın gerçek din adamları, gerçek “Hür Adamları” asla affetmeyeceklerdir. Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, Amasyalı Hoca Abdurrahman Kamil Efendi, Amasya Müftüsü Hacı Hafız Tevfik Efendi, Konya Mevlevi Dergahı Lideri Abdülhalim Çelebi, Hacı Bektaş Dergahı Postinişi Cemalettin Çelebi, Afyonlu Müderris İsmail Hoca (Çelikalay’ın kurucusu), İspartalı İbrahim Hoca (Demiralay’ın kurucusu), Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi Hoca, İstanbullu Cemal Hoca, Yalvaçlı Ömer Vehbi Hoca, Libyalı Şehy Ahmet Sünisi ve Şair Mehmet Akif gibi daha yüzlerce gerçek “Hür Adam”ı saygıyla ve rahmetle anıyorum.


Sinan Meydan
Yeni sitesi : www.sinanmeydan.com.tr
www.sinanmeydan.com
31.12.2010

[1] Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişme, Bediüzzaman Said Nursi Olayı (Religion and Social Change in Modern Turkey The Case of Bediüzzaman Said-i Nursi), Çev. Metin Çuhaoğlu, s.109.
[2] Bezmi Nusret Kaygusuz, Bir Roman Gibi, İstanbul, 1955.
[3] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul, 20017, s.60.
[4] Mustafa Yıldırım, Meczup Yaratmak, Ankara, 2006, s.73,74.
[5] Cengiz Özakıncı, Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni Osmanlı Tuzağı, İstanbul, 2005, s. 39; Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi, İstanbul, 1979, s.148.
[6] Şahiner, age, s.180,181.
[7] Özakıncı, age, s.58.
[8] Özakıncı, age, s. 145.
[9] Bkz. Cemal Kutay, Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı: Bediüzzaman Said-i Nursi, Yeni Asya Yay, İstanbul, 1981.
[10] Necip Mirkelamoğlu, Din ve Laiklik, İstanbul, 2000, s. 513; Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 4.bs, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010, s.726-727.
[11] Özakıncı, age, s.146.
[12] Özakıncı, age, s.146.
[13] Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, s.277, 278.
[14] Askere Nur Uzmanı”, Milliyet, 24.Ocak 2002.
[15] Cezmi Eraslan, “Milli Mücadele’de Bediüzzaman Said Nursi”,Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu 3, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1996.
[16] ”Nur Uzmanına Görev Mecliste”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2008,s.7.
[17] Seyfi Güzeldere, Gerçek Bediüzzaman Said-i Nursi ve Doktirnleri, İstanbul, 1966, s.132,133.
[18] Sadık Albayrak, Son Devrin İslam Akademisi Dar’ül Hikmet’ül İslamiye, İstanbul 1973, s.186.
[19] Yıldırım, Meczup Yaratmak, s.32,33.
[20] Kadri Cemil Paşa, Doza Kürdistan, (Zinar Silopi) Haz. Mehmet Bayrak, Ankara, 1992, s. 57.
[21] Tarihçe– Hayat , 88, Arabi Hutba–i Şamiye Eserini tercümesi / Birinci Kelime / Haşiye, İçtima–i Reçeteler II/101. 
[22] Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi, İstanbul, 1979 s.233,234.
[23] Burhan Bozgeyik, Mustafa Kemal’e Karşı Çıkanlar, İstanbul, 1996, s.275-277.
[24] Bozgeyik, age, s.280.
[25] Mektubat, s.426,427.
[26] Şualar, Redoks, s.359.
[27] Beşinci Şua. 
[28] Şualar, Redoks, s.417.
[29] Neda Armaner, İslam Dininden Ayrılan Cereyanlar, s. 34.
[30] Osmanlıca-Türkçe Büyük Ansiklopedik Lügat, s.342.
[31] Alparslan Işıklı, Said Nursi, Fethullah Gülen ve Laik Sempatizanları, Ankara, 1994, s. 24.
[32] Şualar, s.319.
[33] Şualar, s.300,302.
[34] Emirdağ Lahikası, C.I, s. 279.
[35] age, s.280.
[36] Diyanet işleri Başkanlığı’nın hazırlattığı “Nurculuk” kitabından, s. 19,
[37] Necip Mirkelamoğlu, Din ve Laiklik, İstanbul, 2000, s. 544.
[38] Bozgeyik, age, s.294.
[39] İlker Sarıer, “Hoşgörü Abidesinin Yıkılışı”, Sabah Gazetesi, 21 Haziran 1999.