30 Mayıs 2013 Perşembe

DÜNYADAKİ 5 MİLYAR İNSAN, BİZİM 1 MİLYAR İNSANIMIZ İÇİN ÇALIŞIR



ROCKEFELLER' DAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR

“Atatürk yüzünden, planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık.” diyen ABD’li bankacı iş adamı David Rockefeller, ba
şka neler demiş? Biraz uzun…

İşte David Rockefeller’in söyledikleri:


TÜRKİYE'YE ADNAN MENDERES ZAMANINDA "MARSHALL YARDIMI" İLE EL ATTIK


Mesela Türkiye’yi ele alalım. Türkler de yıllar boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bize desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gayet güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar tekrar borç istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermayeye açmasını ve bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik Menderes bize bunu hiçbir zaman kabul etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya başladı. Ülke insanı ilk defa asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka arkaya dikiliyordu. Ülkenin çoğunluğu Müslüman olduğu için ülkenin her yerine camiler yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidarda ki yerini uzunca bir süre için, sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz halde, çalışma arkadaşlarıyla beraber idam edildi. Sadece CELAL BAYAR kurtuldu, çünkü bir MASONDU ve yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu idamdan kurtardı.


1980 DARBESİ BİZİM İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA YAPILDI


Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir sağcılar iktidara geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı onları da uygulamak istedik ve serbest piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithalatın serbest bırakılmasını talep ettik. Bu istediğimizi kabul etmiş görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı.


BİNLERCE TÜRK GENCİ UYDURMA İDEOJİLER UĞRUNA CAN VERDİ


En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yani önce kaos, sonra düzen. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sayesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu. Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefalete düşmüştü. Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu. İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidara geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı darbenin bir neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.


ÖZAL, İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA KAPILARI SONUNA KADAR AÇTI


Askeri hükümet bir süre devlet yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bakir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli sanayinin rekabet gücünü düşürdüler. Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı mallarla dolmuştu. Sanayi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans şirketlerimiz de ülkeyi artan ithalatı karşılayabilmeleri için yüksek faizlerle borç yatağına sürüklüyorlardı. Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırdığımız bu ülkelerin hemen hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda başlatılan bu proje ile, bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla sanayi şirketlerimizi zenginleştirmeye devam ediyorlar, hem de bu malların karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden aldıkları yüksek faizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına sürükleniyorlar.


TÜRKİYE'DE PARA İTİBAR GÖRDÜ, ARKADAŞ, DOST, AİLE GİBİ KAVRAMLAR UNUTULDU


Bu arada, Özal bütün bunların yapılabilmesi için gereken kanunları yavaş yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşi kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayali ihracat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en kolay yönden servet yapmanın peşine düştüler. Rüşvet, devlet bankalarının çeşitli entrikalarla soyulmaları, banker skandalları birkaç örnek. Arkadaş, dost, aile gibi kavramlar unutuldu ve sadece parası olanlar itibar görmeye başladı. Bu arada, yerli sanayi can çekişiyor, küçük işletmelerden başlayarak yavaş yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas dalgası yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor, ya da özelleştirme hikayesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu.


"KÜRT DEVLETİ PROJESİNİ" HAYATA GEÇİRMEK İÇİN ÖNCE ÖRGÜT YARATTIK


Beyni yıkandığı için temiz hayallerle işe başlayan Özal, sonunda bu sistemin gerçeklerini görerek kendisini de kapitalizmin çarklarına kaptırdı. Ailesini ve yakın çevresini zengin etmeye başladı. Öyle bir duruma geldiler ki Özal’ın çevresinde prens ve prensesler ortaya çıkmaya başlamış, biz ülke monarşizme dönüyor diyerek kaygılanmaya başlamıştık. Aslında tam bir komedi oynanıyormuş. Her neyse, ülke insanının tepkisini ölçmek için kendisinden Kürt devleti fikirlerinden bahsetmesini istedik. Fakat bu düşünceler kendisine pahalıya maloldu. Biz de Kürt devleti projemizi hayata geçirmek için *** denilen bir örgüt yaratıldı. Bu örgütle uğraşmak ülke ekonomisine çok büyük zarar verdi ve şu anda koskoca Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalan bir avuç toprakta varlığını sürdüren Türkiye, bizim hiçbir istediğimiz geri çevirecek durumda değil. Sanırım yakın gelecekte topraklarından biraz daha, bir süre sonra da bizim için hala geçerli olan Sevr Antlaşması uyarınca hemen hemen tamamından fedakarlık etmek zorunda kalacak.


TÜRKİYE BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ... SU KAYNAKLARININ ÖNEMLİ BİR KISMI BURADA


Rockefeller de sözü devralarak başlıyor;


Türkiye hakkında biraz daha durmak istiyorum; çünkü dünyadaki en stratejik konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince:


Bir kere Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir.


İkincisi, Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.


Üçüncüsü, Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır. Maden, petrol, doğalgaz gibi zengin yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim olmak istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır. Ortadoğu hemen hemen elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri de yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine düşecekler. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.


EN ÖNEMLİSİ, TÜRKLER MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR VE KÖKENLERİ SÜMERLERE KADAR DAYANIR


Dördüncüsü, ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden dünyada yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale gelecek.


Beşincisi ve belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin beşiğidir. Türkler, Milattan Önce 4.000’lerde Orta Asya’da yaşayan büyük bir felaketten sonra yaşadıkları yerleri terk edip, Mezopotamya’ya ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar, yani dünyadaki en medeni olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve Avrupa’daki Finliler, Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran Hititler ve Asurlular’ın da Türk kökenli olma ihtimali yüksektir.


Milattan Önce 3.500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti sağlamak için ilk yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve vergi toplaya, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur: yani dünya medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin araştırmalarına göre Türk kökenli insanlardır. Çünkü Sümerler o bölgenin yerli halkı değildirler; yani göçebedirler ve tarihçilerimizin araştırmalarına göre “kız” manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz” manasına gelen “ökür” kelimesi gibi bugüne kadar çözülebilen 1000 civarında Sümerce kelime ve “Ayağını yere sıkı bas, Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, Sel gibi silip süpürmek, Yağ gibi erimek” gibi yüzlerce atasözü bugün Türkçe’de kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay”, bugün Türk bayrağında kullanılmaktadır. Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla faydalanmışlardır; mesela yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer tapınaklarından gelir.


Fakat biz bunu örtbas etmek için, Milattan Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500 yıl sonra başlamış olmasına ve Yunan medeniyetini, dünyadaki ilk medeniyet olarak dünyaya tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır Medeniyeti başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve İknalar; Sümerlerden 2000 sene sonra ziguratlarını aynı biçimde yapmışlardır.


MEDENİYETİN BEŞİĞİ OLARAK TÜRKLERİ KABUL EDEMEZDİK, BU MİRASA EL KOYMALIYDIK


Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk. Sümer Kralları Urukagina ve Urnammu, çok tanrılı bir toplum kurarak, insanlar arasında adaleti sağlamak ve haksızlıkları önlemek için yasalar çıkararak, çağımız toplumlarına öncü olurlarken, bugün tek tanrılı bir toplum olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucu, fuhuş, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve gelir dağılımı aşırı düzeylerdir.


Aslında insanlar tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler ama insanoğlu için duyduğuna inanmak yeterlidir, okumak çok zor gelir.


Ben de o ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Duydukları hiç hoşuma gitmeyince konuyu değiştirmek istedim.


OSMANLI'YI YIKMAK ZOR OLMADI


“Dünya ülkelerini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordum. Rothschild kendimden emin bir tavırla konuşmayı sürdürdü.


Rothschild: Sana tarihten örnekler vererek gücümüzü göstermek istiyorum; Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak Ortadoğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin yolunu açmak için çıkarılmıştı. İsrail devletinin kurucusu sayılan Theodor Herlz, o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e giderek, bizim ailemizin desteğiyle Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat padişah bize karşı çıktı. Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu. Tabii ki sonuçta bizim finans ve silah sanayi şirketlerimiz servetlerini onlarca kez katladılar. I. Dünya Savaşı sonunda Monarşizm tez olarak, Demokrasi antitez olarak, Komünizm’i yani sentezi oluşturdu.


HİTLER, BİZİM TARAFIMIZDAN GETİRİLDİ, ÇÜNKÜ BURADAKİ YAHUDİLER İSRAİL DEVLETİNİ KURMAYA YARDIMCI OLMADILAR


İkinci Dünya Savaşı’nın asıl sebebi şu an olduğu gibi dünyada başlayan ekonomik krizlerdi; diğer bir önemli neden ise Diaspora’nın yani kutsal topraklar dışında yaşayan Yahudilerin, yeni İsrail devletini kurmaya yardımcı olmamaları ve bu ülkeye dönmeyi kabul etmemeleriydi. Hitler’in bulunduğu mevkiye gelmesi ve Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Harriman, Guaranty tröstü gibi Amerikan finans devleri, Alman çelik kralı Thyssen’ın mali yardımları ve Thule Örgütü’nün desteğiyle Hitler, dünya savaşı başlatacak güce erişiyordu. Bu iş için Hitler seçilmişti; çünkü Yahudilerden nefret ediyordu. Sebebi ise, babaannesi o zamanlar zengin bir Yahudinin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu ve babaannesi bu Yahudi patronu tarafından hamile bırakılmış, durumdan haberdar olan evin hanımı tarafından evden kovulmuştu. Babaanne kucağında bir bebek ile, yani Hitler’in babasıyla, başka bir iş bulamayınca koyu Katolik olan baba evine geri dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere kin duymaya başlamıştı. İsrail topraklarına dönmemekte ısrar eden Yahudileri korkutmak amacıyla birkaç katliama izin verildi ve söylenenden çok daha az kişinin öldüğü bu katliamlar kullanılarak sözde milyonların yok edildiği Yahudi katliamı senaryoları üretildi. Şimdi aynı katliam senaryosu Ermeni Soykırımı adı altında Türklere uygulanmaktadır. Bu saçma soykırım masalı Türklere yüklenecek ve böylece Türkiye yüz milyarlarca dolar tazminat ödemek zorunda kalacak. Bu da Türk ekonomisi için büyük bir darbe olacaktır.


ATOM BOMBASI, YAHUDİLERİN YAŞADIĞI ALMANYA'YA ATILAMAZDI, BU NEDENLE JAPONYA KIŞKIRTILDI


Almanlar’dan nefret eden o zaman ki Siyonist başkanımız Einstein’ın Amerikan Başkanı Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle atom bombası çalışmaları Manhattan Projesi altında başlatılmış ve kısa sürede sonuç alınmıştı. Ama bir sorun vardı, bu bomba çok güçlüydü ve deneme yapılabilmesi için Amerika’nın halkın desteğiyle savaşa girmesi gerekiyordu. Ayrıca Alman şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu; bu ülkeye atom bombası atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı ve daha önceden haber alınmasına rağmen, halkın duygularıyla oynanarak desteğinin kazanabilmesi için yüzlerce Amerikan askerinin ölmesiyle sonuçlanan Pearl Harbor baskınına göz yumulmuş ve bu sorun da aşılmış oluyordu.


İSRAİL DEVLETİ, ROTSCHILD AİLESİ'NİN CÖMERT MALİ DESTEĞİ İLE KURULDU


Ve böylece Büyük İsrail İmparatorluğu’nun temelini oluşturan İsrail Devleti 1948 yılında Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteğiyle kuruldu. Ordo Ab Chaos yine işe yaramıştı. Bu arada savaşta iflas eden ülkelerin ekonomilerinin düzeltilmeleri için Harriman, Rockefeller, Vanderblit ve Rothschild finans kurumlarından aldıkları borç paralar devreye giriyordu.


SOVYETLER BİRLİĞİ'NE YETERİ KADAR ÜLKE TAHSİS EDİLMİŞ, MALİ DESTEK VERİLMİŞTİ


Sovyetler Birliği, Hegel Diyalektiği gereği bir karşıt güç yaratılması gerektiği için, Amerikan International Barnsdall Corporation şirketinin verdiği ekipman ve yine Amerikan W.A Harriman Company ve Guaranty Tröstü tarafından verilen mali desteklerle petrol kuyuları ve maden yatakları açarak, ekonomisini geliştirdi. Bu arada dünya ülkeleri komünizm ve kapitalizm arasında seçimlerini yapmaya başlamışlar; Sovyetler Birliği’ne kapitalizmi savunan bizlere karşı eşit bir güç oluşturması ve bu oyunun sürdürülebilmesi için yeteri kadar ülke tahsis edilmişti.


ÇİN, HENÜZ KONTROL EDEMEDİĞİMİZ BİR ÜLKE AMA ABD EKONOMİSİNE KATKISI BÜYÜK


Çin ise Amerikan Bechtel Corporation’ın verdiği teknoloji ve beyin gücüyle süper bir güç haline geldi. Bu ülke henüz kontrol edemediğimiz, dünyadaki tek ülke. Fakat Amerikan ekonomisine büyük katkıda bulunuyorlar; çünkü iş gücü çok ucuz, ayda 30 dolara çalışacak işçi bulmak bizim ülkelerimizde patronların en tatlı rüyası olurdu.


VİETNAM, KORE, KAMBOÇYA, TAYLAND, ENDONEZYA, AFGANİSTAN, İRAN-IRAK, YUGOSLAVYA SAVAŞ ENDÜSTRİSİ'NİN DENEME VE GELİŞMESİNE YARADI


Size dünyadan kısa örnekler vererek konuşmamıza devam edeceğim; Vietnam savaşında, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği silah endüstrileri, yeni imal ettiği silahları deneme fırsatı bulmuştu ve silah sanayisini canlandırmak için devlet, eskileri kullanarak elden çıkarmıştı. ‘Agent Orange’ adlı kimyasal silah ile bu zehirin bitkiler üzerinde ölümcül etkileri görülmüş oldu. Bir ülke ekonomisi batağa sürüklendi.


Kore savaşı ile bu ülke iyiye bölündü ve kalkınma hayalleri suya düştü. Böylece ülke ekonomisi tahrip edildi. Ayrıca bu ülkede mikrop bombaları ve dioksin gibi çeşitli zehirler ile biyolojik savaş denemeleri yapıldı.


Kamboçya’da Amerika ile ticaret yapmayı reddeden lider Sihanuk 1970 yılında bir darbe ile devrildi ve yerlerine ülkeyi kaosa sürükleyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler geçirildi.


Tayland’da yine ülke yönetimi devrilerek yerine diktatörlük rejimi kuruldu. Ülke ekonomisi yıllarca bize çalıştı.


Endonezya devlet başkanı Suharto 1957-58 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal etti ve yıllarca sürecek bir kaos yarattı, binlerce insan öldü.


Afganistan savaşı Ruslara silah sanayisini geliştirmek için büyük fırsatlar sunmuştur. Biz de yeni üretilen silahların etkilerini deneyebilmek için büyük bir fırsat yakalamıştık. Ayrıca ülke çok zengin yer altı kaynaklarına sahiptir. Afganistan yönetimi şu anda tamamen bizim kontrolümüz altındadır.


İran-Irak savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin petrol kuyularını ve tesislerini bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu iki bizlerden daha fazla silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke ekonomilerini iflas ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve petrol tesisleri yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı. Bu de yine bizlerden daha fazla borç almakla mümkün oluyordu.


Saddam dolduruşa getirilerek başlatılan 1990 yılındaki Körfez savaşı, ile ırak ekonomisi bir kez daha çökertildi; Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapıldı; Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti. Bu savaşta test amacıyla tüketilmiş uranyum bombaları kullanıldı. Bu bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif maddeler yayarak bölgedeki yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim askerlerimizin de ölmesine yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam ediyorlar.


1990 Yugoslav savaşında salkım bombaları kullanıldı. Bu teknoloji harikası bombalar yere yaklaştıklarında yüzlerce küçük bombalara ayrışıyorlar ve yere düştüklerinde hala patlamamış olanlar her zaman aktif birer bomba olarak kurbanlarını bekliyorlar.


Rotthschild konuşmasına “Bu ülkelerin şimdi tamamen bizim kontrolümüz altında olduğunu sanırım söylememe gerek yok” diyerek ara verdi. Onun kaldığı yerden Rockefeller devam etti.


ZAİRE, ÇAD, YEMEN, GUATEMALA, ŞİLİ, BREZİLYA, DOMİNİK, SOMALİ, PANAMA, EL SALVADOR, BOLİVYA, EKVATOR, PERU, URUGUAY, ANGOLA'DAKİ SAVAŞLAR VE DARBELER BİZİM PLANLARIMIZDI


Zaire devletinin başına CIA destekli bir darbe ile 1965 yılında geçen Mobutu, George Bush’un deyimiyle Afrika’daki en iyi adamımız oldu.


Çad Hükümeti 1982 yılında bir darbe ile devrildi ve yerine diktatör Hissen Harbe geçirildi. Bu geçiş sırasında on binlerce insan öldü.


Yemen 1990 yılına kadar iki ayrı devlet halinde uzun yıllar birbirleriyle savaştılar. Bizim şirketlerimiz zenginleşmeye devam ettiler.


Guatemala’da hükümet, komünist rejim tehlikesi bahane edilerek CIA yardımıyla 1953 yılında devrildi ve bugüne kadar bizim tayin ettiğimiz askeri hükümetlerle ülke sonsuz bir kargaşa içinde yönetilmektedir.


Şili’de General Pinochet, 1973 yılında iktidarı ele geçirerek, yıllarca bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkeyi yönetti. Amerika Birleşik Devletleri’ne aktardığı milyarlarca dolarla ülke ekonomisi bataklığa sürüklendi. Ülke insanları sefalet içinde yüzerken, bizler daha zengin olduk.


Brezilya da komünizmden kurtarılan bir diğer ülkeydi. Ülke yönetimi 1964 yılında bir darbe ile devrildi, ülke Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Amerika’daki en güvenilir müttefiklerinden biri oldu.


Dominik Cumhuriyeti, aynı şekilde 1963 yılında bir darbe ile bizim istediğimiz yöneticilere kavuştu. Ülkenin serveti bizlere aktı.


1990’lı yıllarda Kolombiya’da uyuşturucu ile mücadele etmek maskesi altında ülke yönetimi ele geçirildi. CIA bu ülkeden gelen uyuşturucu parasıyla dünyanın çeşitli ülkelerindeki operasyonlarını finanse ediyor.


Fiji, Grenada, Panama, Somali, El Salvador işgal edildi. Sarin, hardal gazı gibi sinir gazları halk üzerinde denendi. Yüz binlerce insan öldü ve hala ölmeye devam ediyor.


Bolivya, Gana, Ekvator, Haiti, Filipinler, Peru, Uruguay, Angola, Seyşel adaları gibi üçüncü dünya ülkelerinde yapılan darbeler ve karışıklıklar hep bizim planlarımızın bir parçasıydı.


BÜTÜN ÜLKE YÖNETİMLERİNİ KONTROL ALTINDA TUTUYORUZ, AKSİ HALDE TERÖR OLAYLARINI DEVREYE SOKUYORUZ


Avrupa ülkelerinde kurulan İtalya Gladio’su benzeri istihbarat örgütleri sayesinde, bütün ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaktayız.


İstanbul’daki sinagoglara yapılan saldırılar ve Madrid’deki tren bombalama olayları, bu ülkelere bizim isteklerimizi görmezden geldiklerini hatırlatmak için yaptırıldı.


New York İkiz Kuleler, Pentagon saldırıları, Kenya ve Suudi Arabistan’daki bombalama olayları ise tamamen bizim planlarımız doğrultusunda icra edildiler.


Ben “dünyada el atmadıkları başka ülke kaldı mı acaba” diye düşünüyordum. Rockefeller böyle beni şaşkınlığa uğratmanın zevkiyle içkisini bir yudumda bitirerek sözlerini tamamladı;


DÜNYADA HİÇBİR YERDE MAFYA VE KAÇAKÇILIK OLAYLARI BİZİM İZNİMİZ OLMADAN YAPILAMAZ


“Bu arada, bütün organizasyonların çok yüksek olan maliyetleri konusu var. Onların kaynağı ise vergiden muaf olan vakıflarımızın topladığı bağışlardan ve mafya ile olan bağlantılarımız sayesinde finanse diliyor. Dünyanın hiçbir ülkesine mafya veya kaçakçılık faaliyetleri, o devletin haberi ve izni olmadan yapılamaz. Yapılması için, üst kademelerde işbirlikçilerin olması gerekir. Bu işbirlikçiler gözünü para hırsı bürümüş insanlar seçilir ve bir kere bu işlere bulaşıldı mı, bir daha çıkış yoktur. Dünyanın her yerinde tamamen bizim kontrolümüz altında çalışan mafya, özellikle uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgilenir, çünkü en tatlı para bu alanlardadır. Bu paradan biz en büyük payı alırız ve bu parayla birlikte masum görünüşlü vakıflarımızın desteğiyle bütün bu faaliyetlerimiz finanse edilir ve buna işbirlikçilere dağıtılan para ve rüşvetler dahildir.


NEDEN KUZEY AMERİKA VE BATI AVRUPA VARLIKLI BİR YAŞAM SÜRER DÜNYADAKİ 5 MİLYAR İNSAN, BİZİM 1 MİLYAR İNSANIMIZ İÇİN ÇALIŞIR


Bu örnekler inanın bana sadece buzdağının dışarıdan görünen başı. Gördüğünüz gibi dünyanın her noktası kontrolümüz altında. Hegel Diyalektiği’nin amacımız doğrultusunda ne kadar çok işe yaradığını görüyorsunuz. Hiç düşündünüz mü, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri vatandaşlarına rahat ve varlıklı yaşam olanakları sunarken, dünyanın diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir kargaşa var? Çünkü bizim ırkımız seçilmiş ırktır, diğerleri sadece köledirler. Eğer yaşamak istiyorlarsa ömür boyu bize bu şekilde hizmet etmek zorundadırlar. Dünyadaki 5 milyar insanı bizim toplumlarımızdaki 1 milyar insan için çalışıyorlar. Bütün zenginlikleri bizim şirketlerimize ve dolayısıyla bizim ülkelerimize atkılıyor. Biz gelişmiş ülkeler, her geçen gün daha da zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri, ekonomileri çökertilmiş, halkı uydurma savaşlar ve olaylarla sefalete sürüklenmiş çaresiz bir halde; refah içinde yaşayan işbirlikçi yöneticileri ve zengin tabakları bizim emirlerimizi bekliyorlar.


Bizimle işbirliği yapanlar, çok yakında yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler.


İlk önce bütün bu anlatılanları çok büyük hayaller olarak görmüştüm; ama diğer ülkelerin durumu aklıma gelince gerçekleşme olasılıklarının olduğunu hesapladım. Gerçekten de çok az televizyon seyretmeme rağmen savaş ve ayaklanma haberleri gözüme çarpıyor, açlıktan ve sefaletten sürünen insanları seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama ben medya adamıydım ve bütün bunların sebeplerini araştıracak zamanım yoktu...


Kaynak: Kitap ve röportajlardan kendi sözlerinden kurgulanarak derlenmiştir.

16 Mayıs 2013 Perşembe

Maymun Kardeş



Son derbide kafes arkasından sana sataşan maymunları gördüm. Onlara kim attıysa, ellerindeki muzları homurdanarak sana sallıyorlardı.

İma ettikleri şeyi, harikulade bir olgunlukla cevapladın.

“Bana ‘maymun’ diyorsunuz ama karşı takımdaki ‘maymun’ kardeşimin attığı golde sevinçten zıpladınız“ cümlen mükemmeldi.

Hem çifte standartlarını yüzlerine vurdun, hem ikiyüzlülüklerini...

“Bizde ırkçılık yoktur“ diye böbürlenenler, muz kabuğuna basmış gibi gümlemiştir okuyunca...

* * *

Aslında “Bu toplum özünde ırkçı değildir“ tezi, kısmen doğrudur. Senin Fildişi Sahilleri’ni bilmem; ama biz, çok kültürlü bir maziden geliyoruz. Farklı olanla bir arada yaşamayı bilirdik.
“Yaratılanı, Yaratan’dan ötürü sevdiğimizi” söylerdik.
Siyahilere “çikolata renkli“ derdik.
Lakin öyle uzun dönem ırkçılıkla aşılandık ki, “evrim“imizi tamamlayamadan, insanları rengine, mezhebine, etnik kökenine göre tasnif etmeyi, dışlayıp lanetlemeyi öğrendik.
Kendi ezikliğimizi, başkalarına üstünlük taslayarak örttük.
Sonuç, işte o kafes ardındaki, eli muzlu, öfke dolu yüzler oldu.

* * *

Biliyorsun ki, bunu ilk yapan onlar değil; ilk yüzleşen de sen değilsin.
Batı statlarında başladı bu iğrenç adet... Hızla yayıldı.
Ama Batı, çabuk uyandı, yükselen ırkçılığı ağır cezalarla bastırmaya çalıştı.
İngiltere’de Totenhamlı Gareth Bale‘ye muz atan bir taraftar, 3 yıl stada sokulmadı.
Fransız Evra‘ya ırkçı tacizde bulunan Liverpoollu Suarez, 8 maçtan men edildi.
İspanya milli takımının hocası Aragones’in bir oyuncusunu motive ederken kullandığı ırkçı söylem, günlerce lanetlendi.

* * *

Eminim ki bizim muzcular, “kafadaş” olduklarını fark etmeden, Almanya’daki ırkçıların Türk oyunculara yaptığına çok kızıyordur.
Onlar da topu bizimkiler aldığında, Türklerin alışveriş yaptığı ucuz mağazalara ait poşetleri sallayarak kafa buluyor.
Hatta bazıları başta, Alman ırkından değil diye Mesut Özil’in milli takımda oynamasını protesto ediyordu.
Ne oldu?
Mesut, aldırmayıp oyununa bakarak Almanya’nın gözbebeği oldu.

* * *

Ama sana “Aldırma“ dediğim sanılmasın Eboue...
Tersine, takımın onlara gereken tepkiyi vermiyorsa, FİFA, UEFA hak ettikleri cezayı kesmiyorsa, tribünler dışlamıyorsa, spor basını kararlılıkla ve topyekün karşı çıkmıyorsa, bence bir daha benzer bir şey olursa, sen de Barcelona’nın Camerunlu forveti Samuel Eto‘nun yaptığını yapmalısın.
O nasıl topu aldığında tribünlerin topluca maymun sesi çıkarmasını protesto için oyunu kesip sahayı terk ettiyse, sen de aynısını yaparak tepkini göstermelisin.
Seyircinin densizliğine seyirci kalmanın da bir bedeli olduğunu herkese öğretmelisin.

* * *

Ben yine de kafes arkasındaki eli muzluların nefretini, ırkçılıktan ziyade cehalete bağlıyorum. Öyle olmasa sana muz sallarken, kendi siyahi oyuncularına alkış tutarlar mıydı?
Buna rağmen, bu toplumun bir mensubu olarak, üzüntümü bildiriyor, olgunluğun ve cesaretin için kutluyorum.
Irkçılığa karşı çıkışında yanındayız.
Bu belanın stada girmesine, “evrim“i tersine çevirmesine izin vermeyelim.



Can Dündar

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Bir Kadıköy Klasiği - Kadıköy Hatırası 2


Burak Yılmaz'ın kafasında patlayan ses bombası
Dün akşamki derbi baştan sona tam bir Kadıköy klasiğiydi. Rakip Galatasaray'ın derbi öncesinde ne bir kışkırtma, ne bir hakaret, ne bir provokasyonu asla olmamıştı.Hatta avrupada klasikleşen şampiyon takımın rakibi tarafından alkışlanması gibi son derece spor ahlakına uygun bir hareket gündeme getirildi ama Fenerbahçe cephesinden buna bir olumlu yanıt gelmediği gibi Fenerbahçe tarafı haftalardır sürekli teknik heyetiyle yönetimiyle futbolcusuyla Galatasaray'la uğraşıp durdu. Aziz Yıldırım yönetimi özellikle derbi öncesine koyduğu mali kongresinde hiç alakası yokken Galatasaray'a salladı durdu ve ortamı , taraftarı sürekli gerdi.. Maç günü gelip çattığında ise daha Galatasaray otobüsü Fenerbahçe stadına geldiği andan itibaren tek bir Fenerbahçe yöneticisinin onları karşılamamış olmasıyla  bu "düşmanca" hava adeta zirve yapmıştı.Oysa ligin ilk yarısında Galatasaray stadında oynanan derbide Fenerbahçelileri Galatasaray yöneticileri son derece misafirperver bir şekilde karşılamışlardı.
Sahaya atılan viski şişesi
Galatasaray takımı ısınmak için sahaya girdiği anda Fenerbahçe taraftarlarının geleneksel olan maçın bitimine kadar süren sürekli küfürleri, yabancı madde yağmuru, ırkçılığın daniskası olan sahaya muz atma (ki kendi takımlarında da siyahi oyuncular olmasına ramen), kırık viski şişesi atma, cep telefonu, bozuk para, çakmak ve benzeri maddeleri rakip takım oyuncularına yağmur gibi yağdırma seramonisi de Şükrü Saraçoğlu Stadının gelenekselleşmiş hareketlerinden biriydi.Burak Yılmaz'ın kafasında patlayan ses bombası da cabası oldu.Maçın içerisinde gelişen olaylar ise sahada ligi kafasında bitirmiş, şampiyonluk kutlamalarına zaten başlamış ve adeta laf olsun diye derbi maçı oynamaya gelmiş iki, üç pası bir zahmet yapan bir  Galatasaray ve onun karşısında adeta hayatlarının maçını oynayan, adeta bir UEFA CUP finali oynayan, ligin belki de en iyi maçını çıkaran, her topa canla başla koşan bir Fenerbahçe takımı vardı..
Drogba'nın Volkan'a manalı bakışı..


Sahaya Muz Atan "Taraftar"
Maçın gidişatında daha ilk dakikalardan itibaren hemen her faul pozisyonunda centilmenlik adına rakibine elini uzatan Galatasaraylı oyuncular karşılarında adeta bir düşman edasıyla kendilerini iten,her türlü fiziksel ve sözel provokasyonu alenen hakemin gözünün önünde yapan ama uyarı dahi almayan bir Fenerbahçe buldular. Her hava topunda kambura yatan ve yere düşen Hasan Ali'yi kaldırmak isteyen Drogba oraya koşarak gelip kendisini itip kakmaya çalışan Volkan Demirel'e öyle bir bakış atıyordu ki anlatılmaz... Daha sonra yine Fenerbahçe taraftarının attığı bir cep telefonu kafasına isabet eden Hasan Ali Kaldırım gerçekten kendini yerde buldu..Maç boyunca daha önce ırkçılıktan sabıkası olan Emre Belözoğlu'da yine kendinden beklenen klasik provokatif  hareketleriyle Volkan Demirel'e eşlik etti.

Maç bu havada devam ederken Cüneyt Çakır'ın Galatasaray'lı oyunculara yapılan faulleri görmemesi ve sonrasında Fenerbahçe'nin bulduğu zorlama gollerle skor bir anda 2-1 'e gelmişti.. Bundan sonra ise Galatasaray tarafında zaten formalite olarak gelinmiş bir maç havası ve "bitse de gitsek" tavrı maç bitene kadar sürdü.. Çok fazla teknik ve taktik yoruma gerek olmayan bu maçta asıl konuşulması gereken Fenerbahçe'nin Galatasaray'a karşı taraftarı,yönetimi ve futbolcularıylabir bütün olarak sergiledikleri artık gelenekselleşmiş olan bu sporla ve centilmenlikle alakası olmayan, vahşice ve düşmanca refleksidir.
Volkan'ın Sabri'yi dostça kucaklaması (!')
Sahada karşılarındaki futbolculara adeta bir düşman gibi saldıran ve ellerinden gelse gırtlaklarını sıkıp atacak derecede gözü dünmüş olan Fenerbahçelilerin (sahada bir pozisyonda Volkan Demirel fiziksel olarak çok üstün olduğu Sabri Sarıoğlu'na önce tokat atmış sonra kendisine isyan eden Sabrinin üzerine yürüyüp gırtlağını sıkmış ve sonrasında hakem iki futbolcuyu da saha dışına göndermiştir.)  maç bitiminde Galatasaray otobüsü taşlanmış ve bir taraftar işte bu düşmanlık yüzünden bıçaklanarak hayatını kaybetmiştir.
Malesef bütün bu Kadıköy Klasiğinden sonra geriye kalan şey Drogba'nın kendisine yapılan bu Irkçı davranışı ve Vahşice Düşmanlığı'nı cümle aleme duyurması ve Türkiye'nin adının yine kötü anılması olmuş oldu.. Drogba'nın Fenerbahçe Stadındaki ırkçılığı ve düşmanlığı şu cümlelerle kınadı :



"Bana maymun diyorsunuz ama 2008'de Chelsea, Fenerbahçe'yi yendiğinde ağlıyordunuz... Bana maymun diyorsunuz ama geçen sene ben Şampiyonlar Ligi'ni kazanırken ekranlarınızın önünde sevinçten zıplıyordunuz... Bana maymun diyorsunuz ama Galatasaray'la şampiyonluk yaşadığımda deliye döndünüz... "Ve en kötüsü; bana maymun diyorsunuz ama dün benim maymun kardeşimin attığı iki golde de sevinçten zıpladığınızı unutuyorsunuz... Ve kendinize gerçek taraftar diyorsunuz, öyle mi?"

Elbette bugün Fenerbahçe ağırlıklı spor medyası bu olumsuz tablonun hemen hiç birini gündeme getirmeyecek ve Fenerbahçe'nin nasıl kazandığını ballandıra ballandıra anlatacak ve utanmasa dostluk ve kardeşlik içinde geçen bir mücadele cümlesini de laf arasına sokacaktır. Hatta Emre Belözoüğlu'nun da bir röpörtajda belirttiği gibi Fenerbahçe taraftarını misafirperverlikle ün kazanmış bir taraftar olarak bile yazabilirler.. Zaten bütün bu olaylardan sonra Fenerbahçenin Saha kapatma cezası dahil bir çok cezalar alması gerektiğinden, bahsetmek şöyle dursun Fenerasyon lakaplı Yıldırım Demirören federasyonunun sahada bir tek hakemi dövmediği kalan Volkan Demirel'in utanmadan talep ettiği kendisine ceza vermemesi ve Türkiye Kupası Finalinde oynaması için izin verilmesini dahi konuşan bir basın bulacağız..Maçın önüne geçen Volkan Demirel bir de utanmadan Galatasaray'lıları provokasyon yapmakla suçlayıp "Amaçları farklıydı" diye demeç verdi. Tıpkı Aykut Kocaman'ın maçtan sonra sanki yapılanların bir savunmasıymış gibi "ne var canım telekom'da da aynısı oldu onu konuşmadınız bunu da konuşmayın" diye yüzsüzce kendini savundu...İşte bütün bunlar yüzünden, bu Azizler,Yıldırımlar bu işten elini çekmedikçe Türkiye'de futbol asla bir yere gelmedi gelmeyecek de...


Kadıköy Klasiği Şampiyonluk Kutlaması 2
Sabri atılıp kenara gelirken Meireles'in Tombalası
Maç sonunda Galatasaray'lı oyuncuların güvenlik nedeniyle saha ortasında toplanarak bir halka oluşturmaları ve şampiyoluklarını yine Kadıköy'de kutlamaları ise yeni gelişmiş bir Galatasaray' Kadıköy Klasiği olarak tarihe geçti.
Kadıköy Hatırası 2


@offluhoca

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Şampiyon Galatasaray,İkinci Aziz Yıldırım ve Yıldırım Demirören..



Türkiyede normal ligi birinci sırada tamamlamayı garantileyen Galatasaray'ın şampiyonluğu üzerine bir yazı yazmak isterdim ama bundan daha mühim konularda yazmak farz olmuştu..

Fenerbahçe'ye ve Türk Futboluna Yakışmayan İki İsim

Şükrü Saraçoğlu Stadı 
Futbolun temelde bir oyun olduğunu ve oyunların insanları eğlendirmek, kaynaştırmak, birleştirmek için dizayn edilmiş sosyal aktiviteler olduğunu malesef ki konu futbol olunca unutuveriyoruz. Futbolu bir ölüm kalım meselesine,uğrunda kavga edilecek bir konu haline ve hatta bir cinayet sebebi haline bile getirebiliyoruz.
Bu sadece bizim ülkemize has bir durum değil elbette. Bu sosyologların araştırması gereken bir problem olmakla beraber bu sorunu çözmesi gerekenlerden birisi de futbolun başındaki isimler yani federasyon yöneticileri ve kulüp başkanlarıdır. Bu isimlere bağlı olarak çalışan teknik direktörler  ve futbolcular da konuyla direkt ilgilidir.Futbol fanatikleri bu kişilerin ağızlarından çıkan her kelimeye derin anlamlar yüklüyorlar. Örneğin kaybedilen bir maçtan sonra bir yöneticinin karşı takımı ve ya hakemleri suçlayıcı bir demeci taraftarın gözünde o hakemi veya takım oyuncusunu bir düşman haline getirerek kitlesel hakaretlere uğramasına ve tehdit edilmesine dahi yol açabiliyor.Bu ve benzeri örnekler çoğaldıkça fanatiklerin birbirine duyduğu kin ve nefret de misliyle artarak devam ediyor.
Vahşi kapitalizmin bir oyun değil de endüstri olarak gördüğü futbol içerisine ekilen bu kötü tohumların meyvelerini de kitlesel terör eylemlerini aratmayacak sahnelerle stad yakma, birbirine taş ve sopalarla saldırma, bıçaklama, linç gibi maç öncesi ve sonrası olaylarda görmekteyiz. "Gerilim artarsa, heyecan da artar, heyecan artarsa maça ilgi de artar, bu da daha fazla bilet satışı,daha fazla reklam, daha fazla yayın geliri olarak bize geri döner" şeklinde hesaplar yapanlar sadece futbol endüstrisinin başındaki sermayedarlar değil aynı zamanda bu endüstrinin çarklarını oluşturan külüp yöneticileri, federasyon idarecileri ve bunların güdümündeki teknik direktör ve futbolculardır.

Bu kişilerin ne kadar etkili ve güçlü olduklarını yol açtıkları futbol terörü ne kadar acı ve vahim sonuçlar doğurursa doğursun bu kişilerin hiçbirşekilde ceza ve yaptırıma maruz kalmadıklarından ve koltuklarını terk etmediklerinden de anlayabiliriz.
Türkiye'deki futbol holiganlığının doruk noktası belki de Galatasaray - Fenerbahçe rekabetidir. Ülkenin en çok taraftara sahip olan bu iki köklü kulübü arasındaki rekabetin benzerlerini yurt dışında da görmekteyiz.Bir İspanya'daki Barcelona Real Madrid, Almanya'daki Bayern Münich Dortmund ve futbolun beşiği dediğimiz İngiltere'deki Manchester United Arsenal rekabeti bu örneklerden bazılarıdır. Bizim ülkemizden farklı olarak bu ülkelerdeki holiganlık ve futbol terörünün sebebi futbol yöneticileri,teknik direktörler ve ya hakemler değil taraftarın bizzat kendisidir. Özellikle İngiliz Holiganizminin bir numaralı sorumlusu taraftarın maç öncesi ve sonrasında tükettiği aşırı alkol olarak gösterilebilir. Ve bu ülkelerde fair-play ahlakına aykırı tutum ve yorumlarda bulunan futbol aktörleri ağır şekilde cezalandırıldığı gibi kaybeden takımın kazananı sahasında alkışlama geleneği gibi son derece futbol ruhunu yansıtan örnekleri de sık sık görüyoruz. Önceki yıllarda şampiyonluğu garantileyerek rakip takımın sahasına maç yapmaya giden Manchester United, Chelsea, Arsenal gibi takımlar rakipleri tarafından alkışlanarak tebrik edilmiş ve centilmenlik örneği gösterilmiştir.

Kadıköy
Bunun aksine bizim ülkemizdeki örnekler ise Galatasaray'ın 2011-2012 sezonu sonunda Fenerbahçe stadında kazandığı şampiyonluk maçı sonrası çıkan saha ve saha dışı olaylar, rakibini alkışlamayı bırakın şampiyonluk kupasının dahi verilmesini engellemek adına stadın ışıklarının söndürülmesi ve Galatasaray'ın şampiyonluk kupasını karanlıkta kaldırması ve sonrasında Fenerbahçe taraftarının stadı yakmaya çalışması ve stad çevresindeki benzin istasyonu tahrip etme, polis aracı yakmaya varacak kadar vahim ve üzücü olayların yaşanması tarihe kara bir leke olara geçmiştir. Daha evvelki yıllarda ise yine bir kupa finalinde kaybeden taraf olan Fenerbahçe'nin rakibinin kupa seramonisi sırasında dahi sahaya çıkmayarak adeta rakibinin kupa almasını protesto etmesi gibi centilmenlik ve ahlak dışı örnekler oldukça çoğaltılabilir ve hepsinin ortak noktasında tek bir isim yatmaktadır : AZİZ YILDIRIM.

Burada sorulacak soru şudur: Tüm bu futbol fanatizmi ve terörünün arkasındaki şey sadece futbolu para olarak gören sermayedarlar mı, yoksa futbolu kişisel egolarını tatmin etmek için kullanan bazı hasta ruhlu kişiler ve bu kişileri koruyup kollayan makam mevki sahibi kişilerin gayri ahlaki tavır ve davranışları mı?
3 Temmuz 2011'de başlayan ve ülkemizde birçok kesim tarafından futbolun temizlenmesi olarak algılanan "şike süreci" sonuçları itibariyle gelinen noktada ülkede hemen hiçbirşeyin değişmediği, ve değişmemesi için herşeyin yapıldığı aşikardır. Şike davasında suçlu bulunan ve mahkeme tarafından cezalandırılan birçok isim ve en başta Aziz Yıldırım eski görevlerine büyük bir yüzsüzlükle halen devam etmektedir. Bu anlaşılabilir, kabul edilebilir bir durum değildir. Şike davasında yargılanmış olan ve bazı yöneticileri ceza almış olan; yöneticiliği sırasında kulübü mali açıdan adeta batırdığı tescillenen ve son kongrede mali açıdan dahi ibra edilmeyen Beşiktaş'ın eski başkanı Yıldırım Demirören'in Türk futbolunu kurtarmak adına Türkiye Futbol Federasyonunun başkanlığına getirilmesi  başlı başına ülke futbolunun nasıl bir bataklık içinde olduğunu, ve olmaya devam ettiğini göstermektedir.Bu kişinin başında bulunduğu PFDK, ve Tahkim kurulunun skandal kararlarına hele hiç değimmiyorum işin içinden çıkamayız..

Karanlıkta Kupa Töreni
Yine hemen her açıklamasında, her basın toplantısında birileri ,birşeyleri üstü kapalı olarak suçlayan,kazansın kaybetsin her maçtan sonra taraftarı manipüle eden açıklamalara imza atan Aykut Kocaman'da bu kaos ortamının mimarlarından birisidir. Ülkenin içinden geçtiği ve neredeyse bütün soru işaretlerinin üzerinde yoğunlaştığı kulüp olan Fenerbahçe'nin teknik direktörü olarak yaptığı açıklamada "Galatasaray'ın saha içinde ve dışında bu şampiyonluğu vereceğini zannetmiyorum" demeci, yine Benfica ile oynanacak yarı final ikinci maçı öncesi verdiği "kaybedersek rakibimizi alkışlarız" çıkışının sonrasında matematiksel olarak şampiyonluğu kaybettikleri İBB maçı sonrası "Galatasaray'ı Kadıköy'de alkışlamayacağız" demeci birbiriyle tamamen zıt ve bu kişinin ne kadar artniyetli ve insanları provoke etmeyi amaçlayan, barış kardeşlik ve fair play ruhuyla asla bağdaşmayan açıklamalarına bazı örneklerdir.
Şampiyon Galatasaray
Sonuç itibariyle Türkiye'de futbolun neden olduğu terörizm ve holiganlığın sebebi taraftarın kendisi değil, taraftarı birbirine düşüren, futbolun ruhundan, barıştan,kardeşlikten, fair-playden haberi dahi olmayan, tamamen kişisel çıkar ve egolarını tatmin etmek adına milyonları yönlendirmekten çekinmeyen bu kişilerin varlığı devam ettikçe  Türk futbolunun iyi bir yere gelmesi de mümkün gözükmemektedir.
Kişisel başarılarını başkalarını tehdit ederek, şike yaparak, gayri ahlaki davranarak kazanan, kişisel başarısızlıklarını ise başkalarına çamur atarak,başkalarını hedef gösterek, camiaları suçlayarak tehdit ederek örtbas etmeye çalışan,mesub oldukları camialara ve makamlara asla yakışmayan bu kişilerin ülke futbolundan elini çektiği, Şampiyonluğu garantileyen takımın, rakibinin sahasında kafasına su şişesi değil de konfeti yağdığı ve alkışlandığı bir sahneyi Türk futbolunda görmek umuduyla hoşçakalın.

@OffluHoca