30 Mart 2012 Cuma

Bu Yazıyı Aleviler Okusun:Seçmeli Ders Aldatmacası

             Muhterem Cemaat ; biliyorsunuz ki  TBMM gündeminde bir milli eğitim sistemi değişikliği var. Bu değişiklikte bahsi geçen bir sürü çarpıklık ve alakasız maddeye ramen ben bu yazıda bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Efendim  "4+4+4 olacak" dediler, "biz kesintisiz eğitimi 12 yıla çıkarıyoruz" dediler, milletin gözünü önce bir boyadılar. Sonra baktılar ki milletten homurtular yükseliyor, önce TMBB komisyonundaki adeta "Gladyatör" savaşlarını andıran,tanımlamak için "REZALET" kelimesinin bile hayli yetersiz kaldığı düzeysizliği, orta çağ zihniyetini örtbas etmek için canla başla suni gündemler oluşturdular sonra baktılar ki yine olmadı ortalıkta 20 milyar dolar ihalesiz rant söylentileri, kızların uzaktan eğitimle okullardan alınması, erkeklerin çocuk işçi olarak kullanılmasının önünün açılması falan ayyuka çıktı ne yapsak ne yapsak dediler bu sefer uzaktan eğitim olayına bi ayar verdiler ama yine olmadı insanlar yine huzursuzluklarını dile getiriyor yurdun her yerinde 4+4+4 yasasına karşı eylemler düzenleniyor, bu sefer polis zoruyla bu eylemleri düzenleyen ve katılanlara en orantısız ve kontrolsüzünden şiddet ve orman kanunlarını bile yaya bırakacak şekilde hukuksuzca saldırdılar.Ama yine olmadı bu sefer insanlar daha çok haykırmaya,bu yanlışı heryerde dile getirmeye devam ettiler her ne kadar medya bu olayları mümkün olduğu kadar görmemeye,duymamaya ve küçümsemeye çalışsa da yeterli olmuyordu.Bu sefer ne yapalım ne yapalım derken yine en bilindik en etkili taktiklerini uygulamaya karar verdiler "Din Sömürüsü" evet. Biliyorlar ki bu kör cahil milletin sırtına çıkıp sabahtan akşama kadar kırbaçlamanın ve gık dememesinin tek bir yolu var kurdukları cümleler içerisinde "din, iman, kuran, allah, muhammed, başörtüsü" gibi sözcükleri yerleştirip "eşşeğin" keyfine varmak... Zorunlu din dersini kaldıracakları yerde üzerine başka dersler getiriyorlar.Bu bakanlığın ismi milli eğitim mi yoksa dini eğitim mi ?
           MHP'nin de desteğini alarak hemen tasarının arasına "Seçmeli Kuran Dersi, Hz.Muhammed'in Hayatı" dersleri gibi kel alaka maddeler ekleyerek toplumun büyük bir kesiminin sesini "DİN" kalkanının arkasına saklanarak kesmeyi hedeflediler. Zaten bu iktidarın temel politikası budur. Gelmek istediğim nokta da burasıdır. "Seçmeli Kur'an Dersi" demek çok büyük bir aldatmacadır.Herkes şunu bilmelidir ki 35-40 kişilik sınıf mevcudlarında 8-10 yaşındaki öğrenciler arkadaşlarının bir kısmı Ben Kuran dersi almıyorum, Ben Hz.Muhammed'in Hayatı dersini almıyorum  veya alıyorum diye birbirinden ayırılamaz. Bu seçmeli dersler öğrenciler tek tek ayrılarak değil, sınıf sınıf ayrılarak verilir. Örneğin 5-A sınıfı seçmeli ders olarak Kuran alır. Yani 5-A sınıfından 3 kişi "ben bu dersi almıyorum" diyemez.Yasal olarak deme hakkı tanınsa bile diyemez.Hem o topluluğa uyumsuzluk, dışlanma korkusu ve ya öğretmen baskısı gibi birçok etken işin içine girdiğinde o çocuğun bahsi geçen dersleri almama,reddetme gibi bir şansı zaten otomatikman ortadan kalkar.
          Şimdi gelelim ikinci kısıma; "Eee ne olmuş yani Kuran dersi alsa ne olur, Hz Muhammed'in hayatını öğrense ne olur!? " Hiç birşey olma elbette.Bilgiden zarar gelmez fakat bu ülkede "sünni müslüman" olmayan milyonlarca insan var.Alevisi var,lazı var kürdü,çerkezi,ermenisi,süryanisi bir sürü etnik kökeni ve dini inancı farklı kimse var.Siz bu insanların çocuklarını böyle bir okul baskısı,sınıf baskısı,hoca baskısı ve emrivakisi altında sünni müslümanlığını dikte etmeye çalışır ,onları asimile etmeyi hedeflerseniz( BOP gereği) elinize sadece kin ve nefret tohumları ekilmiş genç beyinler geçer.Birbirinden nefret etmeye başlar içten içe düşman edersiniz o çocukları. " AA Eren sen kuran dersi almıyor musun? aa Ali sen muhammedin dersine neden gelmiyorsun? yoksa sen müslüman değil misin? yoksa sen GAVUR musun?" soruları bu çocukların muhatap olacağı ilk sorulardır.Devamındaki dışlanma ve kavgayı siz düşünün!!!
            Siz bir taraftan Alevi insanların yakılmasına göz yumacaksınız, onları seçim meydanlarında aşağılayacak, ötekileştirecek, hakaretamiz hitaplar içerisinde bulunacaksınız, onların ibadet ettikleri yerleri devlet olarak tanımayacaksınız, ondan sonra onların çocuklarına "dindar nesil yetiştireceğim" söylemi altında zorla kendi mezhebinizi dikte etmeye çalışacaksınız ve sonra bu ülkede barış ve huzur ortamından bahsedeceksiniz.
             İnsan oğlu uzaya çıktı fakat biz hala bu köhnemiş fikirlerle,sakat beyinlerle mücadele etmek durumunda kalıyoruz.Bilim üretmek şöyle dursun genç beyinlerimizin hurafelerle,adına din denilen ama altında binbir türlü Atatürk ve Laik cumhuriyet düşmanlıkları zırvalarıyla doldurulmaması adına mücadele vermek zorunda kalıyoruz (ki burada gerçek din ve gerçek dindar insanları kesinlikle ayrı tutuyorum.burada bahsettiğim dini alet ederek beyin yıkanmasıdır). Elbette insanların dinlerini özgürce yaşamasında kimsenin engel olmaya hakkı yoktur ama bir tarafa kepçeyle verir gibi görünürken diğer tarafın gözünü çıkarıyorsanız işte sizin samimiyetsizliğiniz burada kendini belli eder ve amacınızın aslında çok çok farklı olduğu ortaya çıkar.
 
@OffluHoca      

28 Mart 2012 Çarşamba

1993-2012 Türkiye: Yangın yeri

UNUTMAYACAĞIZ

1993-2012 Türkiye: Yangın yeri


2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta, Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak için şehirde bulunan 35 aydın ve sanatçı yakılarak katledildi.

Madımak Oteli durup dururken çıkan bir yangınla kül olmadı. Madımak Oteli’ndekiler, saatlerce süren “Müslüman Türkiye”, “Sivas allahsızlara mezar olacak” haykırışlarıyla beraber yakıldı. Ölenler farklı inanç, mezhep ve etnik kökenden olsalar da; o gün orada Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılarak özgür düşüncenin sesini yükselttikleri için öldürüldüler. Göstericilere “Allahım bu senin ateşin” nidalarıyla benzin bidonu uzatılmasını televizyonlar canlı yayınladı.

Sivas’ta katliam da, hukuksuzluk da, zaman aşımı da göz göre göre ve devlet eliyle geldi. Sekiz saat boyunca süren olaylar sırasında jandarma ve polis oradaydı, müdahalede bulunmadı. Dönemin gazete ve köşe yazarlarının, öncesinde hedef gösterip sonrasında katliamın sorumluluğunu yakılanlara yıktığı manşetleri/başlıkları da, Başbakan Tansu Çiller’in “Halktan kimseye zarar gelmedi” sözü de, Refah Partili Adalet Bakanı’nın katliam sanıklarını hapishanede ziyaret edişi de unutulmadı. Dava başından sonuna uzun bir skandaldan ibaretti. Polis kayıtlarında linç güruhunun 15 bin kişiyi bulduğu tespit edilmişken, onca kamera kaydına rağmen 124 kişi yargılandı, yalnızca 47 kişi ceza aldı. 19 yıl boyunca yakalanamayan davanın baş sanığı Sivas’ta öldü; diğerleri sigortalı memur olarak çalıştı, askerlik yaptı, evlendi, çocuğunu nüfus müdürlüğüne kaydettirdi, sınır dışına çıktı ancak bir türlü “yakalanamadılar.”
Sivas Katliamı’nın yaşanması da, yirmi yıla yakın zamandır örtbas edilip davanın zamanaşımına uğratılması da bir kaza ya da tesadüf değildir. Sivas’ı ortaya çıkartan zihniyet, bugün sadece temsilen değil, bizzat iktidardadır. Öyle ki, dava sırasında sanıkların avukatlığını yapanlar bugün iktidar partisi milletvekilleri olmuş, Sivas Katliamı davasında zamanaşımını engelleyecek düzenleme ise Meclis’te iktidar partisinin oyları sayesinde reddedilmiştir. Sivas Katliamı, radikal bir grubun bir anlık öfke histerisinin değil; her türlü muhalif ve özgür düşüncenin karşısına sistematik biçimde Türk-İslam sentezci söylemiyle dikilen ayrımcı ve dışlayıcı devlet politikalarının sonucudur. Yanık bedeni Sivas 93’ün simgelerinden olmuş Metin Altıok’tan lanetli bir kehanet gibi bize kalan “tekinsizim size göre / ibret için yakılması gereken” dizeleri, bu düşmanlıkla yüzleşmek zorunda kalmış hemen herkesin haykırışıdır.

Sivas Katliamı, doğrudan özgür düşünceyi hedef alan bir saldırıdır. Hiç gizlemediği inançsızlığı yaşananların sonrasında dahi katliama gerekçeymiş gibi gösterilen Aziz Nesin’in ve orada hayatını kaybeden tüm aydınların fikri miraslarını Sivas cehenneminden ayrı anamayacağımız gibi, Sivas Katliamını da bu aydınlardan ayrı anamayız.

Nice Sivas'ların yaşandığı bir ülkede Başbakan halen “Ateist nesiller mi yetiştirelim?” sözleriyle ateistleri, siyaseten işine geldiği her fırsatta da sünni müslümanlık dışındaki inançları hedef gösterebiliyorsa; Sivas Katliamı davasının zamanaşımına uğratılması, yeni Sivas'lara davetiyedir. Bu hedef gösterme karşısında yapılacak en anlamlı şey, dincilerin yaktığını dindar nesillerin unutturmasını engellemektir.

Sivas Katliamı Davasının zamanaşımına uğratılması, devlet eliyle gelen katliamın yine devlet eliyle ört bas edilmesi demektir. Sivas Katliamı sorumlularının cezalandırılmaması; siyasi görüşleri, inançları ya da inançsızlıklarını sebep göstererek insanları yakan bir zihniyetin devlet tarafından korunması ve böylelikle cesaretlendirilmesi demektir. Ateist/ agnostik/özgür düşünceliler olarak bizler; yeni Sivas’ların bir daha yaşanmaması için, özgürce söz söyleme güvencemizin olması gerektiğini savunuyoruz. Bu güvencenin sağlanması adına; açık bir nefret suçu olan Sivas Katliamı’nın “insanlığa karşı işlenen suçlar” kapsamında tutularak, sorumlularının cezalandırılmasını istiyoruz.


*Bu metin; 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yakarak, bugünse davayı zamanaşımına uğratarak bizi susturmaya çalışanlara karşı; “Özgür düşünce engellenemez” demek ve Sivas Katliamı Davası’nın takipçisi olan herkesle dayanışmak için aşağıda ismi geçen blog, web sitesi ve sayfaları tarafından kaleme alınmıştır.

AteistFilmler
Ateist/Agnostik Video Sayfası
Dinlerden Özgürlük
Düşünsel Evrim
FelisAgnosticus
GarajımdakiEjder
GreenerNautilus
HümanistHomosapiens
MustafaTürksavaş
Out for Beyond
TuranDursunsitesi
VedaKubbesi

Suriye'ye Askeri Müdahale Türkiye İçin İntihar Olur


   ABD’li yazar ve tarihçi Griffin Tarpley Press TV ile yaptığı özel röportajda, Türkiye’nin İslami ve laik iki parti arasında bölündüğünü ancak Türkiye’nin aynı zamanda yüzde 25 olan bir Kürt nüfusa sahip olduğunu belirterek, eğer NATO Suriye’ye saldırırsa Kürtler'in isyan çıkaracağı ve isyanın Türkiye’ye yayılacağı ve Türkiye’nin isyancıların hedefi haline gelebileceği iddiasında bulundu.

Bazı eleştirmenlerin, ABD’nin işgalinden sonra Irak Kürdistan bölgesinin özerkliği ve şuan Suriye’de olanlarla arasında paralellikler olduğunu söylediğine dikkat çekilerek, “Bunun, bölgede ABD yanlısı bir Kürt devleti desteklemek amacıyla Batı’nın planının ikinci adımı olabileceğini söyleyebilir misiniz?” sorusuna yönelik Tarpley, eğer Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de Kürt varlığı varsa daha sonra da Türkiye’deki Kürtlerin çekim kutbu olacağını dile getirdi.

 
-“ABD, TÜRKİYE VE SURİYE’Yİ KARŞI KARŞIYA GETİRİYOR”-

Griffin Tarpley, Suriye yönetiminin ayaklanmayı temelde bastırdığını ve bunun ABD için yenilgi anlamına geldiğini iddia ederek, Obama yönetiminin bu yenilgiyi gidermek için Türkiye ve Suriye’yi karşı karşıya getirdiğini öne sürdü.

Tarpley ayrıca, Suriye Ulusal Konseyi güçleri, gözlemciler ve Özgür Suriye Ordusu’nun dünyada bir histeri yaratmaya çalışmak için, öldürülen kişi sayısını şişirecekleri ve bunun Türkler'i harekete geçireceği yorumunu yaparak şöyle devam etti:

“Bu Türkiye için ulusal bir intihardır. Atatürk bunu biliyordu. Kürt-Türk liderler Atatürk’ü küçümsüyor. Eğer onun bilgeliğini takip etselerdi bu durumda olmayacaklardı ve geri adım atmaları gerekiyor.”


habererk

MHP’Yİ DIŞ GÜÇLER Mİ YÖNETİYOR?




Bu konuda söylenecek her sözün zülf ü yare dokunma ihtimali olduğu için ülkücü kalem erbabı böyle bir riske giremez. Ama tartışmayı “AKP’yi dış güçler mi yönetiyor?” eksenine taşırsak herkes bülbül kesilir, hatta bu konuda, bir haftada bin sayfalık kitap bile yazabilirler...

Bin sayfalık kitabı bir haftada yazacak kalemşörlere “Peki, seçmenin yüzde elli oyunu almış, Cumhuriyet tarihinin en karizmatik başbakanına sahip AKP’yi kontrol edebilen dış güçler muhalefeti boş mu bırakır?.. AKP’nin üstün başarısında(!) muhalefetin de katkısının olması burnunuza yanık kokusu getirmiyor mu?” sorusunu sorsak “hık, mık” sesleri çıkartarak yan çizerler... 

İşte bunun içindir ki Cemil Meriç “Aydın kendi beyniyle düşünebilen, kendi gönlü ile hissedebilen” insandır diyor.

Ülkücü kalem erbabı için de bu konular mayın tarlasıdır...İşte bu bakımdan, eleştiri geleneği olmayan her hareket gibi Ülkücü Hareket de manüplasyonlara karşı dayanıksız ve korumasızdır.

Benim burnuma yanık kokularının geldiği konu sadece “AKP’nin başarısında CHP ve MHP muhalefetinin dış güçlerce kurgulanmış siyasetleri” değildir. Bunları aşağıda bir bir sıralayacağım... 

Bu konuda “somut deliller” talebini de safdillik olarak görüyorum... “Rüşvetin belgesi olmaz”sözünün zirve yaptığı bir ülkede küresel güçlerin manüplasyonlarında belge istemek çok komik geliyor bana!.. Rüşvetçi, kıytırık devlet memurları bile karda yürüyüp izini belli etmezken CIA Türkiye Masası, bizlere sunulmak için imzalı mühürlü belgeler mi bırakacaklar? 

Şimdi gelelim burnumuza gelen yanık kokularına:

Yanık Kokusu 1. 

Tarih 11 Ocak 2000... Yer Osmaniye... MHP Genel Başkanı yaptığı basın açıklamasında “MHP ilkeleri olan bir partidir. Kimse yarın bizi ilkelerimize aykırı karar almaya zorlayamaz”sözleriyle sert bir çıkış yapıyor.

Tarih 12 Ocak 2000... Yer Başbakanlık... Apo ile ilgili liderler zirvesi başlıyor... Zirve tam 7,5 saat sürüyor... Sadece 26 saat önce “MHP ilkeleri olan bir partidir. Kimse yarın bizi ilkelerimize aykırı kararlar almaya zorlayamaz” diyen Sayın Bahçeli’ye Osmaniye’de tükürdükleri bir bir yalatılıyor...

Neden?..

“Bahçeli korkaktır, basiretsizdir” vb sözler bizi gerçeklerden uzaklaştırır...

Sayın Bahçeli 12 Ocak 2000’de küresel güçlerin manüplasyonuna mı uğradı? Bahçeli’yi pes ettiren manüplasyon neydi?

Bu sorularla burnuna yanık kokusu gelmeyen ya nezle olmuştur ya da düşünme melekesini kaybetmiştir.

Yanık Kokusu 2.

Tarih 8 Temmuz 2002... Yer Kocayayla... Bahçeli 3 Kasım’da erken seçim kararını ilan ediyor...

a) Tesadüfe bakın ki bu tarihten sadece 11 ay önce Amerika’dan kursunu görüp Türkiye’ye dönen Tayyip Erdoğan AKP’yi kurup hızla teşkilatlanmasını tamamlıyor. Lacivert takımları ile Erdoğan Başbakanlığa hazır bir edada beklemede... Tesadüfe bakın ki ülkede IMF kaynaklı yapay bir krizle ekonomi felç durumunda... Yine tesadüfe bakın ki AB’den gelen ev ödevleri ile AKP’nin son 10 yıldaki uygulamalarının yasal dayanaklarını 57. Koalisyon tamamlayıp bitirmiş. İşi biten kağıt mendil gibi 57. Koalisyonun ortaklarının çöpe atılma zamanı geldi, çünkü “ABD’nin yeni prensi” yarış atı gibi yerinde sabırsızca eşiniyor...

Ülke yönetiminin AKP’ye teslim edilmesi için birilerinin düğmeye basması gerekli... Tesadüfe bakın ki erken seçim düğmesine MHP Genel Başkanı basıyor...

b) Tesadüfe bakın ki Bahçeli’nin erken seçim kararını paylaştığı tek kişi var MHP de: Oktay Vural... Tesadüfe bakın ki Oktay Vural ülkücü kökenli değil... Üniversite yıllarında lakabı “Kız Oktay”, iyi twistçi... Memuriyet yıllarında sadık bir ANAP bürokratı...Sonradan da devşirme MHP’li... Tesadüfe bakın ki Bahçeli’nin erken seçim kararını açıkladığı 8 Temmuz’dan bir ay önce Oktay Vural’ın bir haftalık Amerika seyahati var.
 
c) Tesadüfe bakın ki MHP Teşkilat Başkanı Şefkat Çetin ve Gurup Başkan Vekili Koray Aydın başta olmak üzere bütün MHP yönetimi erken seçim kararını bizler gibi televizyon ekranlarından öğreniyor. Bu kadar hayati öneme haiz bir karar neden Başkanlık Divanında tartışılmıyor?.. MHP’yi bir devlet kabul edersek Şefkat Çetin’de o devletin Genel Kurmay Başkanıdır... Hangi padişah ordu komutanına“Ordumuz savaşa hazır mı?” diye sormadan başka bir devlete savaş ilan edebilir?..

d) Sayın Bahçeli erken seçim sırrını neden Şefkat Çetin ve Koray Aydın gibi kökten sürme ülkücülerle paylaşmıyor da hayatının hiçbir döneminde ülkücü olmamış Oktay Vural’la paylaşıyor?.. Yoksa erken seçim talimatını Pentagon’dan Bahçeli’ye getiren kişi Oktay Vural olmaya?..Vural’ın ABD seyahati ile erken seçim kararı arasında bir ilişki olmaya?..

e) Bahçeli’nin ülke yönetimini AKP’ye altın tepsiyle sunmasını “siyasi öngörüsüzlük”le geçiştirmek aşırı safdillik olmaz mı? Bu işin içinde küresel güçlerin senaryosunu yok saymak Ağrı Dağı’nın zirvesinde kar’ın varlığını yok saymakla eşdeğerdir.

3 Kasım seçimleri ile AKP iktidarını Türkiye’nin başına bela eden Bahçeli’nin 8 Temmuz 2002 kararının ardındaki şüpheler dağılmadan hiçkimse “MHP bizim siyasi organizasyonumuzdur” dememelidir.

Yanık Kokusu 3.

Haziran 2011 seçimleri öncesinde MHP kaset skandalları ile çalkalanıyor...Bahçeli 15 kişilik Başkanlık Divanı’ndan dokuzunu feda etmek zorunda kalıyor... MHP Genel Başkanı bu işin hesabını sormaktan, hukuk savaşından bahsediyor... Kasetçiler de hukuk savaşı çığlıkları atıyor... Ve aradan geçen zamanda ne Bahçeli hukuk savaşı başlatıyor, ne de kasetçiler...

a) Acaba Bahçeli ne ile susturuldu?.. Suskunluk olsa hadi idare ederiz... Sayın Bahçeli “AKP parçalanırsa ülke koasa gider” diyor... Bahçeli bu demeci ile küresel güçlerin “hizaya giiiiiirrrr!”emrinin gereğini mi yapıyor?...
 
İşin içinde başka iş mi var?

b) MHP teşkilatları 25-30 delege ile ilçe kongresi yapar hale düşmüşler... Ülkücüler kan ağlıyor, “bitti bu iş” umutsuzluğu kanser gibi ülkücü bünyeyi sarmış ama Sayın Bahçeli hiç oralı bile değil... Hatta“Gidin başımdan, dağılın kardeşim, benim vazifem MHP’yi ufalayıp MHP ruhunu yok etmek”der gibi sanki...Ben şahsım adına Bahçeli’nin bu kadar ruhsuz ve siyasi hırsla MHP’yi kötürüm ettiğne inanmıyorum...

İşin içinde başka iş mi var?

c) Ülkü Ocaklarının içi boşaltılarak ülküsüzleştirilmiş... Ülkü Ocakları tasfiye sürecinin son dönemecinde... Türk Milletinin milli dinamiği olan ocaklarımızda milli meselelerde zerrece tepki yok... “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini” Ülkü Ocakları sadece seyrediyor, eskiden balkondan seyrederdik şimdilerde balkona bile çıkamıyoruz... İşte bunun adı tasfiye... Bahçeli Ülkü Ocakları’nı isteyerek mi tasfiye ediyor?.. 

İşin içinde başka iş mi var?

Şüphelerimin hepsini yazmaya kalkarsam bin sayfa da ben yazarım.

Evet işin içinde başka iş var...

Başka iş”in ipuçlarını Deniz Baykal ve MHP Kasetlerinde bulamayanlar “düşünüyorum” demesinler.
 
Sayın Bahçeli şantaj altındadır... 
 
11 Ocak 2000, 8 Temmuz 2002 tarihlerindeki kararlar da şantajla aldırılan kararlar olamaz mı?...

Ülkücüler, “somut delil” kolaycılığa kaçmayıp muhakeme zinciri kurmayı deneseler daha isabetli bir yol seçmiş olacaklardır.

SON SÖZ:

Şüphe insan beyninin en konsantre eylemidir. Teknolojik gelişmelerin, buluşların temelinde bilimsel şüphe yatar. Sadece fen ilimleri değil sosyal ilimler de gelişmesini şüpheye borçludur. Büyük Fransız düşünürü Rene Descartes, “Kesin olan bir şey var. Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek. Şüphe etmek düşünmektir. Düşünmekse var olmaktır. Öyleyse var olduğum şüphesizdir. Düşünüyorum, o halde varım.” sözleriyle şüphenin önemini vurguluyor.

Cemaatler Arası Kuran Meali Savaşı




Mealini söyle, sana cemaatini söyleyeyim. Durum bu hale geldi. Cemaatler arasında meal savaşı var. İşte ilginç tablo.
Newsweek Türkiye dergisi yine ilginç bir habere imza attı. Cemaatler arası meal savaşı başlıklı haberde hangi cemaatin hangi meali okuduğu ve meal çevrilerinde yapılan hatalar ayrıntılarıyla anlatılıyor.

İstanbul Fatih’te bir apartmanın zemin katı. Kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’nün mescidi burası. Cübbeli Ahmet, kürsüde kendine has üslubuyla vaaz ederken cemaatin iyi tanıdığı bir ismi sert sözlerle eleştiriyor. Bu kişinin düşüncelerinin “sapkın ve tehlikeli olduğunu” belirtip insanları uyarıyor.

Kavganın nedeni bir meal

Her hafta dozajı artan kavganın ardında AKABE Grubu’nun lideri Mustafa İslamoğlu’nun yazdığı bir Kur’an meali var.

İsmailağa cemaatinin veliaht lideri Cübbeli, İslamoğlu’nun “Hayat Kitabı Kur’an/Gerekçeli Meal” kitabıyla “İslam ve Müslümanlar’a büyük zarar verdiğini söylerken, tarikat mensupları onun melun (Allah tarafından lanetlenmiş) olduğunu savunuyor. Bu üslupta olmasa da İslamoğlu gibi meal yazarlarına ilahiyatçıların tepkisi de büyük.

Mealini söyle, cemaatini söyleyeyim!

Aslında meal tartışmaları 1970’lerden beri yapılıyor fakat bugün farklı ve daha sarsıcı bir kavga söz konusu. İlahiyatçılara göre Türkiye’de her cemaat kendine has bir meal oluşturmaya başladı.

İslam bilginlerine göre İslam’ın ilk kaynağı tartışmasız Kur’an-ı Kerim. Ardından sünnet, icma ve kıyas geliyor. Meal, Kur’an’ın birebir Türkçe açıklaması anlamına geliyor. Ancak Türkçe meal, Kur’an olarak kabul edilmiyor. Müfessirler, mealin hiçbir zaman Kur’an yerine geçmeyeceğinde hemfikir. Kur’an ilk ve en önemli kaynak olduğu için onunla ilgili her çalışma İslam dünyasında büyük yankı buluyor.

50 yılda 115 meal

Kesin olmayan bilgilere göre Türkiye’de son 50 yılda 115 farklı kişi, 115 farklı meal kaleme aldı ve piyasaya sürdü.

65 dilde ise 2 bin 672 adet basılmış Kur’ân-ı Kerim tercümesi var. Sırasıyla Farsça, Türkçe ve Urduca tercümeler, tespiti yapılan tercümelerin yaklaşık yüzde 95’ini oluşturuyor. Bu oran Türkçe meal çalışmalarının ne kadar yaygın olduğunu ortaya koyuyor.

Hangi meal ne kadar sattı?

Uzun süredir piyasada olan Elmalılı Hamdi Yazır ve Ömer Nasuhi Bilmen’in mealleri, birer milyondan fazla sattı. Yarım milyonu deviren meallerin sayısı da azımsanamaz. İşaret Yayınları’nın bir yetkilisi, Muhammed Esed’in “Kur'an Mesajı” mealinin 500 binden çok sattığını söylüyor.

Yaşar Nuri Öztürk’ün “Kur’an-ı Kerim Meali (Türkçe çeviri)” kitabı 150 baskı yaptı. Bu da 500 bin civarında bir satışa tekabül ediyor. Prof. Suat Yıldırım ve Prof. Süleyman Ateş’in mealleri de çok satanlardan. Türkiye Diyanet Vakfı tarafından çıkarılan “Kur’an-ı Kerim Meali” ve yine Diyanet tarafından bastırılan Prof. Dr. Halil Altuntaş ile Dr. Muzaffer Şahin imzalı aynı adlı eser de çok satanların başında.

Tahminen Türkiye’de yılda 650 - 700 bin adet meal okuyucuyla buluşuyor. Cep, orta, büyük boyları bulunan bu meallerin fiyatlarının 25 ila 100 lira arasında değiştiğini söylersek işin ticari boyutu ortaya çıkmış olur. Bunun yanında, her cemaat ve dinî hareketin kendine ait bir meale sahip olma isteği de piyasada çok sayıda farklı mealin bulunmasında önemli bir faktör.

Hangi grup hangi meali okuyor?

Fethullah Gülen Grubu: Prof. Suat Yıldırım’ın “Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali” ile Ali Ünal'ın “Allah Kelamı Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali.”

Süleymancılar: Kur’an-ı Arapçası’ndan okuyorlar. Meal olaraksa Hasan Basri Çantay ve Elmalılı Hamdi Yazar’ınkiler gibi klasikleri tercih ediyorlar.

İsmailağa Tarikatı: Son yıllara kadar Hasan Tahsin Feyizli’nin “Feyzul Furkan”ını okurlardı. Ancak şimdi kendi tarikatlarında öne çıkan kişilerin oluşturduğu bir komisyonun yazdığı “Ruhu-l Furkan” isimli meali okuyorlar. Hem tarikatın lideri Mahmut Ustaosmanoğlu hem de veliahtı Cübbeli Ahmet, bu meali alıp okumaları gerektiğini tavsiye ediyor.

Erenköy Cemaati ya da Altınolukçular: Prof. Hamdi Döndüren’in “Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali.”

Milli Görüşçüler: Necmettin Erbakan’la birlikte Saadet Partisi Başkanı Prof. Numan Kurtulmuş’un temsil ettiği bu hareket Kur’an öğrenmeyi, meal ve tefsir takip etmeyi teşvik ediyor. Mahmut Toptaş, Ali Bulaç ve İhsan Eliaçık’ın meallerini okuyorlar.

Nesil Grubu: Nurcu hareketin önemli kollarından. Said Nursi’nin Risale-i Nur’u onlar için başucu kitabı ve aynı zamanda Kur’an tefsiri. Yine de mealsiz değiller. İhsan Atasoy, Ümit Şimşek, Mehmet Paksu ve Cemal Uşsal tarafından kaleme alınan “Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali”ni dikkate alıyorlar.

Menzil Tarikatı: Adıyaman merkezli grubun müritleri daha çok şeyhlerinin ağzından çıkan sözü dikkate alıyor. Onlar da tıpkı Süleymancılar gibi klasikleri tercih ediyor.

İskenderpaşa Tarikatı: Prof. Esat Çoşan’ın vefatından sonra zayıflayan ve Hakyol olarak da bilinen grubun okuduğu meal, Feyizli’nin “Feyzul Furkan”ı.

AKABE Grubu: Hilal TV kurulduktan sonra popülaritesi arttı. 2008’in ortalarına kadar kendi mealleri yoktu. Daha sonra liderleri İslamoğlu’nun yazdığı, “Hayat Kitabı” müritlerin başucu meali oldu.

Bağımsızlar: Sayıları giderek artıyor. Her meselenin tartışılmasından yanalar. Bağımsız ve eleştirel gözle bakan entelektüellerin kaleme aldığı eserleri okuyorlar. Ali Bulaç, İhsan Eliaçık, Doç. Mustafa Öztürk ve Ahmet Tekin’inkiler gibi.

Akademisyenler: Herhangi bir cemaat ve tarikat üyesiyseler önce bunların dikkate aldığı mealleri okuyorlar. Değillerse genelde Türkiye Diyanet Vakfı meali ile Muhammed Esed’in “Kur’an Mesajı’nı” takip ediyorlar.

Sosyete: Kastımız, İslami sonradan öğrenmeye yönelenler. Sayıları çok değil. Genelde Yaşar Nuri Öztürk, Süleyman Ateş ve Elmalılı Hamdi Yazır’ı tercih ediyorlar.

Pek çok meal hatalarla dolu

İlahiyatçılara göre, Muhammed Esed’in mealinin çok kötü bir kopyası olarak değerlendirilen İslamoğlu’nun meali gibi piyasadaki pek çok meal hatalarla dolu. Örneğin “takva” sözcüğü İslami literatüre göre “korunmak” demek. Üstelik bu tabir Kur’an-ı Kerim’de 274 yerde geçiyor. Ancak birçok mealde, takva tabiri “korkmak, çekinmek ve sakınmak” anlamında kullanılmış. İlahiyatçı yazar Ahmet Tekin, “Takva eğer korku manasında ele alınırsa İslam eşittir korku dini olur” diyor. Tekin’e göre, Diyanet’in mealinde bile 380 grup hata var. Kendisi de bir meal yazarı olan Doç. Mustafa Öztürk başka bir örnek veriyor. Ona göre Necim süresi 7. ve 9. ayetleri Cebrail ile Peygamber arasındaki iletişimi anlatıyor. Ancak birçok meal yazarı Cebrail yerine Allah’ın Muhammed ile görüştüğünü yazıyor. “Ayette, ‘O en yüksek ufukta idi’ olarak anlatılan kişi Cebrail’dir” diyor Öztürk.

İlahiyatçı yazar Ali Eren, Türkiye’de mealcilik yapanların vahim hataları nedeniyle İslam’ın en temel esaslarının bile tartışmalı hale geldiğini savunuyor. “Kimisi Kur’an’da başörtüsü yok’, kimisi var diyor. Kimi meal yazarları, ‘Kur’an’da kurban yoktur’ derken, bunun aksini savunan çok kişi mevcut” diyen Eren, Prof. Öztürk ile Prof. Ateş’in meallerine atıfta bulunuyor. Her iki yazarın meallerinde “Kur’an’da başörtüsü yoktur” manası çıkıyor. Konuyla ilgili konuştuğumuz Ateş, Kur’an’da kadınlara yabancı erkeklerin bulunduğu ortamda ziynetlerini örtmelerinin emredildiğini, bunun da bir örtüyle gerdanlarını örtmek şeklinde olduğu düşüncesinde ısrarlı. Mealdeki hatalara en bariz örnek olarak Abese Suresi’nin 1. ile 6. ayetlerindeki ifadeler gösteriliyor. Burada Peygamber, Mekke’nin ileri gelenleriyle görüşme halindeyken âmâ bir vatandaş gelip bir şey sormak istiyor. Ancak Peygamber o âmâ vatandaşı dinlemeyip yüzünü ekşiterek sırtını dönüyor. Mustafa İslamoğlu ile Ali Ünal’ın meallerinde âmâya sırtını dönen kişinin peygamber değil zengin Mekkeli müşrikler olduğu ileri sürülüyor. Oysa Mustafa Öztürk ve Ahmet Tekin’e göre bu yanlış; Allah, Peygamber’in şahsında engelli insanlara yanlış tutum takınacak insanları uyarıyor. Kaldı ki sonraki ayetlerde Peygamber, Allah tarafından uyarılıyor.

İlahiyat Profesörü Hayri Kırbaşoğlu, “meallerdeki zorlama çeviriler, gereksiz-uygunsuz ifadeler, yanlış hükümler ve yetersizlikler saymakla bitmez” diyor. “Kendi anladığı şeyi Kur’an’a söyletmek” düşüncesiyle hareket eden bazı kişilerin meşhur olmak ve para kazanmak amacıyla en kolay yol olarak meal yazdıklarını savunan Kırbaşoğlu, dini kalitenin yükseltilmesi gerektiği görüşünde. Dr. Sifil ise tartışmanın tekrar başlamasına neden olan İslamoğlu’nun mealinin ilk 60 âyetindeki hataların bile 24 sayfa tuttuğunu söyleyerek Kur’an’a saygı gösterilmesini istiyor. Cübbeli taraftarları ve Furkan dergisince “melun” ilan edilen İslamoğlu ise susmayı tercih ederken piyasadaki meali onun yerine konuşuyor. Meal son zamanların en çok satanı.

Kaynak

Newsweek - Sayı 36
Adem Demir - 28 Haziran 2009

27 Mart 2012 Salı

Yeni Başlayanlar İçin 10 Soruda Emperyalizmi Anlama Kılavuzu


Atatürk Kimdir?

Türk Milletinin Ulu Önderi,Kurtuluş Savaşı'nın Başkumandanı Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu veTürk Devrimlerinin dahi yaratıcısıdır.

Atatürk ne yapmıştır?

Emperyalist devletlerin parçalayıp yutmaya çalıştığı "Hasta Adam" Osmanlının küllerinden yepyeni bir devlet kurmayı başarmıştır.Ve bu devleti çeşitli devrimlerle kısa zamanda inanılmaz bir seviyeye getirerek tüm dünyanın takdirini ve saygınlığını kazandırmış,sömürülen birçok millete örnek teşkil etmiştir.Emperyalizme karşı tarihteki en büyük zaferi kazanmıştır.Öyle bir zafer ki emperyalist devletlerin liderleri dahi kendisine şapka çıkarmış,yüksek karakteri dehası ve vatanseverliği karşısında saygıyla eğilmek zorunda kalmışlardır.

Emperyalist Devlet nedir?

Emperyalist devlet, hakim devlettir,silah zoruyla veya kültürel yozlaşmayla,içten çökertme yoluyla işgal eder,sömürür,kendi  ideolojisini dikte eder,yerel kültürü asimile eder,yokeder.Bugün emperyalizmin en büyük silahı Televizyon ve Medyadır.


Hangi Emperyalist Devletler?

İngiltere,Fransa,İtalya ve bugün ABD ve AB

Atatürk Emperyalizmi Nasıl Yendi?


Kişisel dehası ve silah arkadaşlarının yardımıyla bir millet bilinci yaratarak halkı etrafında toplayıp,organize edip hiçkimseye boyun eğmeyerek, “Ya İstiklal Ya Ölüm” diyerek yendi.Bu zaferini Cumhuriyeti ilan ederek taçlandırdı.

Atatürk’ü Kim Neden Sevmez?

Atatürk’ü Emperyalist devletlerin maşaları,uzantıları,beslemeleri sevmez.Halkları bilinçlendirmiş,halklara birlik olup sömürüye karşı galip gelmeyi öğretmiş Atatürk,Che gibi devrimciler emperyalistlerin baş düşmanıdır.Her fırsatta sömürüye karşı koyan bu insanları kötüler,onlara her şekilde hakaret eder,aşağılamaya çalışırlar..Ellerinden gelse bu devrimcileri "Şeytan" ilan ederler.



Kimdir Bu Maşalar,Uzantılar?

Bu maşalar emperyalist devletlerin hakim oldukları ya da olmak istedikleri ülkelerde çeşitli yollarla satın alıp kulandıkları ajanlar,gazeteciler,yazarlar,politikacılar,sermayedarlar kimi zamansa hacılar hocalar türünde halkın yumuşak karnı dinle vurmaya çalışan kısaca işbirlikçi ve hainlerdir.Evinizi soymaya gelen hırsıza içeriden kapıyı açan kişilerdir.Emperyalizmin savaşarak elde edemeyeceği ülkeleri içeriden zayıflatma,çökertme ve hakim olma siyasetinin piyonları,uşaklarıdır.

Bu Hainler Ne Yapar?

Bu işbirlikçi ve hainler kendilerini halka alim,bilmiş,lider,yurtsever,vatansever gibi tanıtırlar.Emperyalizm bunları sürekli parlatır,arkadan itekler,önemli konumlara yükseltir ki her ne pahasına olursa olsun emperyalizmin çıkarları doğrultusunda gitsinler ve sahiplerinin emirlerini uygulasınlar.Asla emperyalizme ters düşmezler,ters düştükleri durumlarda ise ya artık kullanım süreleri dolmuştur ya da ortada bir blöf sözkonusudur.Bu hainler kendi ülkesinin emperyalizm tarafından ele geçirilip,bölünüp sömürülmesine zemin hazırlamakla mükellef kişilerdir.Bu hainler ülkeyi ellerinden geldiği kadar zayıflatır,yıpratır.Yoktan sorun yaratır, var olan sorunları ise daha da deşerek kangren halini almasını sağlarlar.Sürekli yalan söyler,halkı zehirlerler.Her fırsatta emperyalizmi över ve emperyalizme karşı gelenleri şiddetle kötülerler.O ülkede ne kadar ikilik yaratabilirlerse,o ülkeyi birarada tutan değerlere ne kadar saldırabilirlerse o kadar başarılı sayılırlar ve emperyalist devletlerce ödüllendirilirler.


Bu Emperyalizm'den nasıl korunuruz?

Milli değerlerimize,köklerimize ne kadar bağlı kalırsak, Ulu önderimizin başlattığı ve gösterdiği çağdaş medeniyet seviyesine çıkma yolunda onu ve kazanımlarını inkar etmeden aşağılamadan, yok saymadan üzerine koyarak ilerleyerek korunur ve gelişiriz.Emperyalizmin ve maşalarının tüm oyunlarına ve çabalarına ramen biz bu ülkenin kuruluşundaki şuur, milli bilinç ve etnik köken,dil,din,ırk ayırdetmeksizin tek bir Millet olma duygusunu ne kadar yakalayabilir ve devam ettirebilirsek kendimizi korumuş ve geleceğimizi teminat altına almış oluruz.

Emperyalizm Kazanırsa Ne Olur?

Emperyalizm kazanırsa bugüne kadarki tüm kazanımlarımız,insanca yaşama adına sahip olduğumuz herşey tek tek bizden alınır.Tarihimiz,kültürümüz,dinimiz,dilimiz yeraltı yerüstü kaynaklarımız kısaca bütün değerlerimiz çalınır,asimile edilerek,soykırımlara uğratılarak emperyal devletlerin kölesi durumuna getiriliriz.Buna en güzel örneği dünyanın en zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olmasına ramen yüzyıllardır emperyalist sömürüden kurtulamayan belini doğrultamayan bir gram ekmeğe bir damla suya bile muhtaç,cahil bırakılan hergün binlercesi katledilen ,köleleştirilen Afrika milletleridir.

@OffluHoca

16 Mart 2012 Cuma

Ahmet Necdet Sezer Neden Sevilmedi?






   Batının yüksek liyakat nişanlarına,cesaret madalyalarına,liderlik ödüllerine boğduğu Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan bu kadar sevilirken eski cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer neden bu kadar sevilmedi anlatayım.

Saat,Halı,Kilim,Kalem seti
Gümüş tepsi,Takı,Şifoniyer,Kaftan
Vazo,Madalyon,Heykel,Biblo,Tablo

Hepsini bırakmış Ahmet Necdet Sezer...
Kendisine verilen 1243 parça hediyenin, 1243'ünü de
bırakmış... Götürmemiş.
Bu benim cumhurbaşkanım olamaz...

Zaten, kırmızı ışıkta durmasından belliydi...
Kimse durmuyor ki, o niye duruyor?İsveç mi burası?

Bakıyorum gazetelere...
94 parça gümüş,22 vazo,9 takı,
27 hatıra para,4 tabanca,
83 parça değerli süs eşyası,
55 tablo,86 porselen,
7 madalyon,4 saat...
İnsanın içi gidiyor!
Al, götür di mi... Bırakmış, gidiyor.

Üstelik, liste eksik...
Kendisine tahsis edilen "kafana göre harca" denilen
ödeneği de harcamadı.
Hediyeleri bıraktığı gibi... Papelleri de bıraktı.
46 trilyon liracık! Ye, yemedi... Gez, gezmedi.
O zaman bırak biz yiyelim...
Ona da izin vermedi. "Yetim hakkıdır" dedi, görevi
boyunca tasarruf ettiği 46 trilyonu, Maliye'ye iade etti...
Kemal Abi'ye.

Çocukları hálá memur...
First Lady desen... Bi Atıl Kutoğlu'nu bile tanımıyor...
Belediyeler, bizim paramızla simitçilere Cemil
İpekçi'den köstüm hazırlattı; o hálá kendi cebinden giyiniyor.

Aşçıyı, garsonu azalttı.
"Suyla çalışmıyor bunlar" dedi, 14 makam aracını geri
verdi.
Okluk'taki yazlık köşke hiç gitmedi.
Oğlunu evlendirdi, elektrik parasına kadar cebinden
ödedi.
Eşi düştü, bileğini kırdı; hastaneye sivil araçla götürdü,
röntgen için kuyruğa girdi, sıra bekledi.
Annesi vefat etti, gene sivil plakayla gitti; flap flap flap,
fors yapmadı...
Resmi yemekler hariç, kimseye davet vermedi.
Mutfakta yerli ürün kullandırttı.
Şatafattan uzak durdu.

Yeminini tuttu...
Hukuku üstün kıldı.
E haliyle... Sevilmedi.
Sevilmez.

8 Mart 2012 Perşembe

Türban'ın Kodları


KADIN'I YÜCELTİR GÖRÜNÜP KÜÇÜLTME USULÜ; HAK VE ÖZGÜRLÜĞE SAHİP İMİŞ GİBİ GÖSTERİP AŞAĞILATMA KURNAZLIĞI

Şeriat'ın Kur'an ve Hadis kaynaklarından çıkma emirleriyle kadınlara reva görülen haksızlıkları ve aşağılık durumları, akıl ve zeka sahibi olan ve insanlık haysiyetinin şahsiyeti bilincine erişmiş bulunan kadınlara kabul ettirmek, hiç kuşkusuz mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki Şeriat sistemi, kadınları, bin dört yüz yıl boyunca erkeklerden de daha "cahil" tutma siyasetini en başarılı bir şekilde uygulayagelmiştir.

Fakat bunu yaparken bir de kadını, sanki hak sahibi durumunda tutuyor ve hatta yüceltiyormuş gibi görünüp bunlardan yoksun kılma siyasetini izlemiştir. Hem de öylesine bir kurnazlıkla ki, çoğu kez kadını küçültücü emirleri sanki onun çıkarlarını sağlamak için getirmiş gibi görünmüştür. Şöyle ki:

Şeriat'ın kadınlarla ilgili hükümleri arasında kadın hak ve özgürlüklerine ve eşitlik ilkelerine yer verir gibi görünenleri vardır. Örneğin Ahzab Suresi'nde: "sabreden, oruç tutan, iyi" müslüman kadınlara büyük mükafatlar vaad edilmiştir (K. 33 al-Azhab 33, 35). Nisa Suresi'nde "İnanmış olarak yararlı iş gören" kadınların cennete gidecekleri belirtilmiştir (4 Nisa 14); Nahl Suresi'nde "...kadın, erkek inanmış olarak kim iyi iş işlerse, onu temiz bir hayat ile ihya eder yaşatırız" diye yazılmıştır (16 Nahl 97).

İşte bu ya da buna benzer hükümlere bakılarak İslam'ın cinsiyetler arası ayırım yapmayıp kadın erkek eşitliğine yer verdiği sanılır.

Yine bunun gibi Kur'an'daki: "...ana, babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere hisse vardır... kadınlara da hisse vardır" (4 Nisa 7) şeklindeki ayetlerden mülk edinme ve mülkten yararlanma bakımından kadın-erkek eşitliğinin öngörüldüğü savunulur. Bu tür hükümlere sarılarak Şeriatçı, İslam dininin kadına hak ve eşitlik sağladığını iddia eder.

Oysa ki bu hükümlerin hemen her birinin gerisinde, kadını hak ve özgürlükten yoksun eden, küçülten ve erkeğin hizmetine ve sömürüsüne terkeden gizli amaçlar yatar. Örneğin, "kadınların ayakları altından Cennetler geçer" şeklindeki hükümlerin özünde, gerçek olarak kadına ne kadın olarak ne de ana olarak hak ve değer tanıyan bir anlam vardır.

Çünkü bir kere, kadının cennete girebilmesi, her şeyden önce kocasının hizmetlerini en iyi bir şekilde görmesine, onu memnun etmesine, ona mutlak şekilde itaat etmesine ve onun şehvetini, yine onun dilediğine ve zevkine göre gidermesine bağlıdır. Bütün bu işleri kusursuz denecek şekilde yapmış olsa dahi, cennete girebilmesi yine de kocasının iznine bırakılmıştır. Öte yandan cennete alınan kadın için mutluluk ya da huzur diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü cennetler, sadece erkeklerin mutluluğu ve saltanatı için öngörülmüş ve bu maksata yarar şekilde hazırlanmıştır. Örneğin Kur'an'da, özellikle "e'n Nebe", ya da "el-Vakıa" ve "e'd-Dehr" Sure'lerindeki cennet tanımlamaları bunun böyle olduğunu açıkça göstermeye yeterlidir. e'n Nebe'de "...çekinenlere bir kurtuluş ve murada eriş (yeri)" olarak belirtilen cennette "...memeleri yeni sertleşmiş yaşıt kızlar ve dopdolu kadeh" (K. 78;33, 34) olduğu yazılıdır. el-Vakıa Suresi'nde, cennete giren mü'minlere "kara gözlü huriler" vaad edilmiş ve bu hurilerin "kız oğlan kız olarak" halk edildikleri ve "cilveli ve şirin sözlü" olup eşlerine aşık ve onlarla yaşıt" kılındıkları eklenmiştir (K. 56 al-Vakıa, 15-38). Hatırlatalım ki bu huriler ve kara gözlü dilberler, mü'min erkeklerin "asıl ve gerçek" eşleridir. Bu itibarla mü'min erkeklerin yeryüzündeki eşlerine her bakımdan üstünlük ve öncelik arzederler.

Bütün bunlar gösteriyor ki yeryüzü kadınlarının "iyi ve inanmış müslüman" olarak cennete girmiş olmalarının kendilerine mutluluk ve huzur sağlaması söz konusu değildir. Aksine cennete girmek onlar için bir bakıma azap olacaktır; çünkü girdikleri an görecekleri şey, kocalarının hurilerle sarmaş dolaş sevişir oldukları manzaradır.

Yine aynı şekilde Şeriat hükümleri arasında anaları saygınlığa layık imiş gibi gösterenleri vardır. Örneğin al-Ahkaf Suresi'nde: "...ve biz insana, anasına ve babasına iyilik etmesini emrettik, anası onu zahmetle taşımıştır ve zahmetle doğurmuştur" (46 al-Ahkaf 15) şeklindeki ayetler yanında "Cennet annelerin ayakları altındadır" şeklindeki hadis hükümleri yer almıştır. Ve bunlara bakılarak İslam'ın kadını "ana" olarak yücelttiği sanılır. Oysa ki bu hükümlerin kadını, "ana" olarak gerçek anlamda değer bilen bir yönü yoktur; sadece "müslüman topluluğunun nüfusunun çoğalmasına araç olması" bakımından önemi vardır. Çünkü bütün bu hükümler, analara karşı "iyi ve saygılı" davranmayı, ananın müslüman olması şartına bağlamıştır. Müslüman olmayan "ana" için böyle bir saygı öngörülmemiştir. Nitekim Kur'an'ın çeşitli surelerinde (ve örneğin Tevbe) farklı inançtaki anaya (ya da babaya ve yakınlara) karşı yakınlık ve bağlılık gösterilmesi yasak edilmiştir. Bundan dolayıdır ki Muhammed kendisi bile, kendi öz anası Emine'yi, müslüman olarak ölmedi diye, kendisine yabancı saymış ve ona Tanrı'dan mağfiret dilemekten kaçınmıştır. Eğer "ana"lık durumu kadını şeref ve değere eriştiren ve evlatlarının mağfiretine layık kerteye yükselten bir şey olmuş olsaydı, herkesten önce Muhammed'in örnek olması ve anası Emine için dua'da bulunması gerekirdi. Oysa ki anasının adını ağzına almadıktan gayrı (ve örneğin Kur'an'da İsa'nın anası Meryem adını zikrettiği halde Emine'nin adına yer vermemiştir) ona mağfiret dilemeyi dahi çok görmüş ve "Tanrı bana anam için hayır dua etmeme izin vermedi" demiştir.

Muhammed'in kadına değer verdiği yalanlarına sarılanlar, onun ırk ve renk farkı dahi gözetmeden zenci bir kadının kabri başında namaz kıldığını söylerler ve Ebu Hüreyre'nin rivayetine dayalı şu hadisi örnek verirler: "Bir zenci kadın Mescid-(i Şerif'i) süpürürdü. (Günün birinde) vefat etti. (Muhammed) ne oldu? diye sordu. -'Bana vefatını haber vermeli değil miydiniz? (Haydin) bana kabrini gösteriniz'- buyurdu. (Ondan sonra) kabrin başına varıp namaz kıldı.(1)

Hemen belirtelim ki Muhammed'in, zenci bir kadının kabri başında namaz kılmasının nedeni, kadına değer vermiş olmasından (ya da ırk ve renk ayırımı yapmamasından) filan değildir. Kadın denilen yaratığı dinen ve aklen dun ve genellikle cehennemlik gören ve üstelik siyahileri küçük bilen bir kimsenin, ölmüş bir kadının kabri başında namaz kılmayı düşünmesi mümkün değildir. Yukarıdaki olayda zenci kadının kabri başında namaz kılması, sadece Mescid gibi yerlerde hizmet görmeyi teşvik amacına dayalıdır. Gerçekten de Buhari'nin söylediğine göre Mescid süpürmek ve temizlemek gibi hizmetler, ufak görünse bile, gelecek dünyalarda büyük mükafatlara müstahak şeyler sayılmıştır. Bunun da nedeni bu gibi hizmetlerin parasız ya da çok az bir ücretle karşılanmasını sağlamak içindir. Bu tür hizmetleri görenlerin bu şekilde taltif edilmeleri ve gelecek dünyanın mükafatlarına layık görülmeleri, elbette ki gönüllü çekmeye yeterlidir. İşte Muhammed'in yapmak istediği de bu olmuştur.

Her ne kadar bazı kaynaklar, zenci kadının vefatını Muhammed'e haber vermeyenlerin, bunu sırf zenci kadını hakir görüp onun ölümünü ihbara lüzum duymadıkları ve Muhammed'in ise namaz kılmakla zenci kadını şereflendirdiği kanısını yaratmak istemişlerse de gayretleri boşadır. Çünkü Beyhaki'nin rivayetinden anlaşılmaktadır ki vefat haberini Muhammed'e vermeyenler, bunu vefat olayının gece vakti vuku bulması ve o saatlerde Muhammed'i uyandırmak istememelerinden dolayı yapmışlardır; yoksa zenci kadını hakir gördüklerinden değil.

Öte yandan yukarıda sözü edilen hadis'in sağlamlığı da tartışma konusudur. Çünkü kabir üzerinde namaz kılmanın caiz olup olmadığı hususu bugüne kadar çözümlenmiş değildir. Ebu Hanife ve Malik, bunu tecviz etmezler. Bu nedenle Hanefi ve Maliki mezheplerinde kabir başında namaz kılmak diye bir şey yoktur. Caiz görenler ise(2) namazın ölümden sonra ne kadar zaman içerisinde kılınması gerektiği hususunda anlaşamazlar.(3)

Mal edinme konusunda kadın-erkek eşitliğini sağlar görünen hükümler bakımından da durum böyledir ve bu hükümler açısından da gerçek anlamda eşitlik diye bir şey söz konusu değildir. Örneğin Nisa Suresi'nin 7. ayetinde "ana, baba ve yakınların bıraktıklarında mü'min erkeklere ve kadınlara pay" olduğu açıklanmıştır. Aynı surenin 32. ayetinde "Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır" diye yazılmıştır. Oysa ki bu aynı ayetin başında "Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyi özlemeyin" (K.4 Nisa 32) şeklindeki hüküm gereğince bu alanda eşitlik gözetmemeye icazet verilmiştir; nitekim aynı Sure'nin 11. ayeti'nde de "dişinin" payının erkeğinkinin yarısı olduğu belirtilmiştir.

Yine bunun gibi "Kocaların karıları üzerinde olduğu gibi kadınların da kocaları üzerinde hakları vardır" şeklindeki hükümler örnek verilerek evlilikte karı-koca eşitliğine değinilir. Oysa ki Muhammed "Nikah kadınlar için köleliktir" şeklindeki hükümlerden tutunuz da erkeğin kadına üstün ve "seyyid" adına layık bulunduğuna, kadının ise "tabi/köle" kertesinde kılındığına ve kocasının her türlü hizmetlerini yapmakla zorunlu bulunduğuna varıncaya kadar; ya da evli kadını (sokağa çıkması, komşusu ile selamlaşması, oruç tutması ve ibadeti gibi), her işini kocasının izni ile yapmasına kadar tüm yaşamları itibariyle özgürlükten yoksun bırakan hükümlerle dolu bir düzen getirmiştir. Yerleştirdiği şeriat sistemi, "boşama hakkını münhasıran erkeğe bırakmakla kocayı karısı üzerinde insafsız bir baskı kurma olanağına kavuşturmuştur.

Öte yandan kadınların yaşamını adeta azab ve mutsuzluklar içinde tutan Şeriat emirleri, sanki kadınların yararına olmak üzere ve sanki onların çıkarları sağlansın diye düşünülmüş gibi gösterilmiştir.

Örneğin kadınların tanınmayacak şekilde örtünüp kapanmalarını ve hatta çirkin giysilerle dolaşmalarını öngören hükümlerin temelinde bu kurnaz felsefe yatar. Oysa ki asıl "neden" erkeğin ilkel kıskançlığını karşılamak ve onu rahatlatmaktır.

Kadınları, hiç tanınmayacak şekilde örtünmeye zorlayan Kur'an ayetlerinden birinde şöyle denmiştir:

"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını söyle; bu onların tanınmasını ve bundan dolayı İNCİTİLMEMELERİNİ sağlar..." (33 Ahzab 59).

Görülüyor ki örtünme gereği kadını "incitilmekten" koruma nedenine dayatılmış ve bununla sanki kadın, korunmak isteniyormuş havası yaratılmıştır. Oysa ki maksat kadını korumak değil, erkeğin kıskançlığına çözüm bulmaktır. Söylemeye gerek yoktur ki bütün vatandaşlar gibi kadınların da güvence içerisinde yaşamalarını sağlamak ve incitilmelerine engel olmak Devlet'e düşen bir iştir ki bu işi Devlet, toplum düzenini sağlamaya matuf tedbirleriyle kolaylıkla yapabilir. Fakat kadını koruyacağım diye onu zindana sokmaya çalışmak, yani çarşafa tıkamak ve evden dışarı çıkarmamak, akla ve mantığa ve ahlaka sığan bir şey sayılamaz.

Verilebilecek bir diğer örnek "bakirelik" konusundadır. Bakirelik kavramı, İslam'ın dinsel kutsallıkta saydığı bir şeydir. Çünkü Muhammed "Bakire ile evlenin" diye konuşmuş ve müslüman kişiyi bakire ile evlenmeye zorlamıştır.(4) Bundan dolayıdır ki, müslüman kızının şeref ve haysiyeti "bekaretini" korumakla kaim sayılmış ve yaşam kaderi de adeta bununla çizilmiştir. Ve sanılmıştır ki "Bekaretin" namus simgesi olarak benimsenmesi, kadının çıkarlarına ve ahlakiliğe uygun bir şeydir. Oysa ki aslında "bekaretin" ne kadının çıkarlarıyla ve ne de ahlakilikle ilgisi vardır. Sadece ve sadece erkeğin mutluluğunu, huzurunu ve rahatını sağlama amacıyla ilgisi vardır. Nitekim Muhammed, müslüman erkeklere bakire kadınlarla evlenme gereğini öngörürken, bunun gerekçesini: "...Çünkü (bakire kızlar) daha tatlı dilli, dudaklıdırlar. Aldatma (ve cinsel arzularınızı erteleme) yetenekleri daha azdır. Cinsel ilişkilerde ve harcamalarda çok daha kanaatkardırlar. Cinsel organları daha eylemli ve daha çok haz vericidir" şeklinde konuşmuştur. Bakire kızların kocalarına karşı daha itaatkar olacaklarını ve daha önce başka bir erkekle evli olmadıkları için eski kocalarını düşünmeyeceklerini belirtmekten de geri kalmamıştır.(5)

Yine söylemeye gerek yoktur ki bütün bunlar erkek sınıfının çıkarları için düşünülmüş şeylerdir. Böylece "bekaret" öğesi sanki kadın bakımından meziyet ve faziletmiş gibi gösterilmek suretiyle erkeğin çıkarları teminat altına alınmak istemiştir.

Bu örnekleri çoğaltmak kolaydır. Fakat şu bir kaç örnek bile kanıtlamaya yeterlidir ki İslam'ın kadın lehine sevkeder göründüğü hükümlerin altında, esas itibariyle kadını erkeğin emrine, hizmetine ve sömürüsüne terkeden niyetler yatmaktadır. - İlhan Arsel, "Şeriat ve Kadın", 12. Baskı, 1994, s.41 vd.

Dipnotlar:

(1) Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih... c.II, s.339, Hadis no: 286

(2) Aralarında Ahmed İbn-i Hanbel, Şafii gibiler vardır.

(3) "Bir aya kadar zaman içerisinde kılınabilir" diyenler yanında "ceset çürümedikçe kılınmaz" diyenler vardır. Bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, II, s. 399 vd.

(4) Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere tüm din adamları, halkımızı bu tür hükümlerle eğitirler. Örnek olarak bkz. Ali Rıza Demircan, "İslam'a Göre Cinsel Hayat", (Eymen Yayınları, İstanbul 1986, I, 114)

(5) İbid, , 114

6 Mart 2012 Salı

EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ MUSTAFA AMCA





Yıl 1943. Genç Mustafa'nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi'ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:


"Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun." Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.

- Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu ?
- Alıyorum.
- Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak ? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.

23 yaşındaki genç memur "Ne yapayım, ne yapayım?" diye düşünür durur.
Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler.
Eşi önce "Deli misin bey?" der, ama kocasının bir şeyler üretme,
işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.


O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir.
Çünkü o zaman da şimdiki gibi, "Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin.
Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da" zihniyeti aynen var.


O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan,
ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır.
İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar.
Sandıkların üstüne "Kitap İade Sandığı" yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.
 
Kütüphaneye de bir yazı asar: 


"Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz."


Köydeki çocuklar şaşırır.
Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var.

Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.

"Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak" der.

Mustafa artık Ürgüp'teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel'le köy köy gezmektedir.
Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca'nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa'nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer'e mektup yazar:

'Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım' der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur.


Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye.
Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider.
Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır.


Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, "kendi görev tanımı dışında davranıyor" diye.
50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.


Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir.
2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp'e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.


Girişimcilik ne biliyor musun?


Bulunduğun yere yenilik katmalısın. Mutlaka adım atmalısın. Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.

Bakın Nevşehir'den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.